“Vergi Mevzuatında Uluslararası Yatırımlar Açısından Sağlanan ve Yatırım Ortamını İyileştiren Avantajlar” konulu Seminer

3 Aralık 2004 / Swissotel-İstanbul

 

 

Türk-Amerikan İşadamları Derneği 3 Aralık 2004 tarihinde, “Vergi Mevzuatında Uluslararası Yatırımlar Açısından Sağlanan ve Yatırım Ortamını İyileştiren Avantajlar” konulu bir Seminer ve akşam yemeği düzenledi.

 

Sunuş konuşması Yönetim Kurulu Başkanı Adnan Nas, açılış konuşması T.C. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan tarafından gerçekleştirilen, seminerin Panel konuşmaları, Gelirler Genel Müdürü Osman Arıoğlu, Gelirler Genel Müdür Yardımcısı Bülent Taş ve PricewaterhouseCoopers Ortaklarından Kadir Baş tarafından yapıldı. Seminerde İstanbul Defterdarı M. Akif Ulusoy, Vergi Konseyi Başkanı Mustafa Uysal, İstanbul YMM Odası Başkanı Sezai Onaral, YASED Başkanı Şaban Erdikler ve  yabancı misyon temsilcileri ile önde gelen ABD ve Türk firmalarının üst düzey yöneticileriyle birlikte 120 kadar TABA üyesi hazır bulundular.

 

Seminerde TABA Yönetim Kurulu Başkanı Adnan Nas tarafından yapılan sunuş, T.C. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan tarafından yapılan açılış konuşması ve Panel sunumlarının metinleri aşağıda sunulmaktadır.

 

 

Adnan Nas, TABA Yönetim Kurulu Başkanı

 

Sayın Bakanım, Değerli Konuklar, Sevgili TABA Üyeleri, Yatırım iklimi konusu hakikaten çok önemli. Hepimizin şu veya bu şekilde, hayatımızın çok değişik dönemlerinde katkı yapmaya çalıştığımız bir konu. Ama şunu kabul etmek lazım ki, son yıllarda Türkiye bu konuda çok doğru bir raya girmiş durumda. Türkiye bir taraftan istikrar programını büyük bir tutarlılıkla sürdürürken, bir taraftan da bir başka çapa yakaladı; Avrupa Birliği’yle görüşme süreci çapası. Ama bu iki çapaya tutunmakla kalmadı, zaten kalmamalıydı, Türkiye’yi bir yatırım, cazibe merkezi ve hem yerli hem de yabancı yatırımcılar için daha iyi bir yatırım ortamı haline getirmek için de hükümet olarak çok yoğun çalışmalara girdi. Uzun yıllar Türkiye’nin eksiği, pek çok çalışmayı yapmasına rağmen bunların belli bir strateji, belli bir vizyon temeline dayanmamasıydı. Bu çerçevede, bu vizyonun olmaması, bazen birbiriyle çelişen mevzuatların gündeme gelmesi sonucunu getiriyordu. Bu sebeple, son yıllardaki çalışmaların önemli bir özelliği, bu strateji ve vizyon gereğinin farkına varılmış olmasıdır. Daha yapacağımız çok iş var ama en azından hükümet pek çok çalışmada sivil toplumla çok sıkı ilişki içinde. Bu eksiği gidermeye çalışmakta. Her türlü fikre açık olduğunu belirtmekte ve bu konudaki sinerjiyi yakalamaya çalışmaktadır. Gerçekten bu takdir edilecek bir durum.

 

Nitekim, bugünkü konumuz olan vergi konusunda da, akademisyenlerden, uzmanlardan ve toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcilerinden oluşan bir vergi konseyini şimdiye kadar rastlanmadık bir şekilde aktif ve Maliye Bakanlığı’yla çok yakın ilişki içinde el ele çalıştırarak, mümkün olduğu kadar tutarlı ve geleceği olan, kalıcı olabilecek düzenlemeler yapıyor. Ancak biz bir eksiği saptadık. Tüm bu çalışmalar sırasında, belki de sayın bürokratlarımızın ve hükümetin yoğunluğundan olsa gerek, yaptıkları çalışmaları yeterince tanıtamadıklarını, yeterince anlatamadıklarını tespit ettik. Çünkü iş hayatı içinde, gerek üyelerimizden, gerek diğer kesimlerden, gerekse uluslararası yatırımcılardan –çünkü aynı zamanda ben bir uluslararası yatırım ve vergi danışmanıyım– aldığımız bütün “feed-back”ler bu gelişmelerin bilinmediğini gösteriyor. Bu nedenle, bunları anlatmanız lazım dedik ve bu yoğun dönemde, Aralık ayı gibi bir dönemde, Brüksel’in gündemi bu kadar yoğun doldurduğu bir dönemde, başta Sayın Bakan olmak üzere, bütün yetkili bürokratlar birlikte gelerek bizi onurlandırdılar.

 

Değerli konuklar, AB süreci, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Bazıları bunu bir kulübe üyelik gibi görüyor. Ama bu bir toplumsal dönüşüm projesidir. Bunun anlamı şudur; sadece hükümeti değil, bütün toplumu ilgilendiriyor. Dolayısıyla hepimizin sorumluluğudur. Bütün toplumsal kesimlerin ciddi bir değişim çabası içinde olması lazım. Değişim çabası içinde olmazsak, zaten değişim dinamikleri o kadar hızlı ki dünyada, bizi önünde sürükleyip götürür ve geri kalmaya mahkum oluruz. Türkiye’nin özetle ne olması lazım? Türkiye’nin özetle, yatırım yapılabilir, risk alınabilir bir ülke olması lazım. Bu kadar basit. Çünkü aşırı cazip olma gibi bir iddiaya gerek yok. Zaten yabancı yatırımcılar vergisiz bir yer istemiyorlar. Sadece önlerini görmek istiyorlar. Sadece diğer ülkelerle rekabet edebilir düzeyde makul bir mevzuat istiyorlar. O sebeple buralarda da bazı yanlışlıklara kapılmamak lazım. Kaldı ki, ayrımcılık da istemiyorlar. Türk, yabancı fark etmez; bütün işletmelerin makul oyun kurallarıyla çalışmaları gerekiyor. Dünyadaki düzen çok daha kaotik bir hale gelmiş durumda. Bu nedenle, Türkiye’nin, içsel dayanıklılığı artırılmış bir siyasal ve ekonomik yapı inşa etmesi lazım.

 

AB konusunda da şimdiye kadar hepimiz bir faydayı, bir hedefi paylaştık. Neydi bu fayda? Müzakere tarihini almak. Şimdi o aşamayı geçiyoruz. Müzakere tarihini aldıktan sonra işimiz çok daha zor. Çünkü artık bundan sonra faydayı paylaşmayacağız, maliyetleri paylaşacağız. Çünkü bundan sonra kesimler ve sektörler arasında çıkar ayrılıkları başlayacak. Esas zorlu sürece şimdi giriyoruz. Saçımızı ağartacak döneme şimdi giriyoruz. Çünkü bundan sonra, teknik uzmanlık, strateji tutarlılığı gibi konularda hata marjımız çok ufak. Neden? Çünkü bütün başarılı çalışmalara ve makro ekonomik göstergelerdeki bütün gelişmelere rağmen, Türk ekonomisi konjonktürel dengede. Temel dengelerimizde hala sorun var. Çok büyük bir borç stokumuz var. Bu kadar büyük bir borç stokunu sadece 2005 yılında 70 milyar dolarla çevirmek zorunda kalan hükümet, hata yapmamak ve doğru politikalar izlemek için aşırı gayret sarf ediyor ve sarf etmek zorunda. Ama bütün bu başarılarından sonra bunu da aşarsa, gerçekten çok kalıcı, Türkiye’nin çok daha ileride olduğu bir ekonomiyi gelecek kuşaklara bırakmış olacak. Mevzuat başta olmak üzere bütün sorunlar tartışılıyor ama temel sorunumuz bazen gözden uzak tutuluyor. Temel sorunumuz, ekonomiyi oluşturan işletmelerin verimliliğini ve rekabet gücünü artırmaktır. Bütün diğer finans mühendislikleri kısa vadeyi çözer. Temelde, işletmelerin verimliliği ve rekabet gücü esastır. Eğer Türkiye uluslararası entegrasyona girecekse Türk işletmeleri de yabancı işletmelerin düzeyinde zihinsel kodlarla çalışmak zorundadır.

 

Dolayısıyla, bu süreç Türk işletmelerini o düzeye getirecek diye ümitleniyoruz. Bu süreç boyunca Türk işletmeleri o düzeye gelirse Türk hükümetleri de çok güçlü olacak çünkü hükümetleri destekleyen esas itibariyle ekonomidir. Ekonomisi güçlü olan bir ülkenin hükümeti de güçlü olur. Mevcut programla temel ekonomik göstergeleri düzelttik dedik ama icraata devam etmek lazım. Çünkü dış şartlarda halen kriz potansiyeli var. Dolar düşüşü ve petrol fiyatları bizim elimizde olmayan unsurlardır. İşin kötüsü, dolar düştükçe petrol fiyatı da artıyor. Çünkü OPEC petrol arzını kısıyor. Dolayısıyla böyle bir çıkmaz var. Hükümet etmek kolay değil Türkiye gibi, büyük potansiyeli olan ama büyük sorunları olan ülkelerde. Türkiye için ucuz ve kaliteli işgücü olağanüstü önemlidir. Çin gibi ülkelerin reel ücretleriyle rekabet etmek zorundasınız. Dolayısıyla önümüzde bir başka zorluk daha var.

 

Öte yandan, kendi iç mevzuatımıza baktığımız zaman, her şeyi teşvik anlamına gelen eski alışkanlıklardan sıyrılıp doğru olan şeyi teşvik etme yoluna girmeliyiz. Her şeyi teşvik, hiçbir şeyi teşvik anlamına geliyor. Teknoloji ve eğitime focus'u artırmalıyız. Esas itibariyle vergi ve diğer politikalarda Türkiye’nin çok önemli üç önceliği olduğu kanısındayız. Bunların bir tanesi ölçek büyüklüğüdür. İşletmelerimizin uluslararası rekabet gücü kazanacak ölçeklere yükseltilmesi lazım. İkinci bir konu teknolojidir. Nitekim, bugünkü panelde arkadaşların anlatacağı Ar-Ge bu konuda çok önemli bir adım. Ar-Ge’nin çok önemli teşvik tedbirlerine ihtiyacı var. Üçüncüsü de eğitim. Eğitim ve vasıflı işgücü. Bu ikisi Türkiye’nin çok kritik sorunlarından bir tanesi. Bu üç konu çok öncelikli. Sapla samanı birbirinden ayırmak lazım. Pek çok konuyu teşvik etmeyin. Ama bu üç konuyu teşvik edin: ölçek büyüklüğü, teknoloji ve eğitim. İrlanda örneği herkesin önünde. Yanılıyorsam düzeltin, uzun süre bütçelerinin % 10’unu eğitime ayırmışlar. Bu kadar önemli bir stratejik öncelik saptamış ve buna uymuşlar. Bizim böyle önceliklerimiz olmamış. Böyle stratejik tercihlerimiz olmamış. Bu hükümet döneminde, siyasal çoğunlukları da elde bulunduğu için, böyle bir fırsat olduğuna inanıyoruz. Bu hükümet eğer bu stratejik önceliklerini doğru tespit ederse, Türkiye’nin çok kısa sürede kimseye muhtaç olmayan, kendi iç dinamikleriyle gelişen bir raya girmesi işten bile değildir.

 

Bazı tartışma konularımız var. Sevgili Kaya Tuncer yine burada olduğu için serbest bölgeler meselesine değineyim. Çok ciddi kavram kargaşaları var. Tüm serbest bölgeler zararlıdır diye bir şey yoktur. Lojistik ve ihracat amaçlı, KDV ve gümrük vergisi muafiyetine yoğunlaşan serbest bölgelere ne Avrupa Birliği’nde ne başka yerlerde engel yoktur. Sadece kurumlar vergisi, gelir vergisi konusunda sorunlar var. Çünkü Avrupa Birliği’nde de sadece çok fakir bölgelerde buna izin veriliyor. Vergi politikalarında genel amacımız Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısını esas alarak en verimli ve kalıcı vergi geliri üretecek bir sistem kurmaktır. Dolayısıyla, böyle bir politikayı tasarlarken, öte taraftan bir de, birbiriyle çelişen iki amaçla baş etmek zorundasınız. Bu amaçlardan bir tanesi; küçük işletmeleri desteklemek ve ölçeklerini yükseltmektir. Nitekim, bizim Amerikan Ticaret Odası olarak da önümüzdeki sorunlardan biri Amerikan ve Türk şirketleri arasında çok az ortaklık olması. Bu gelişmiyor. Bunu artırmamız lazım. Çünkü aynı dili kullanmıyorlar. Türk işletmeleriyle yabancı şirketler, başta Amerikan şirketleri olmak üzere, aynı dili kullanmıyorlar. Bu konularda çok ciddi altyapı gelişimine ihtiyaç var. Bizim KOBİ dediğimiz şirketlerin altyapılarını geliştirmemiz lazım. Öyle ki, bunlar çok kolaylıkla işbirliği yapar hale gelebilsinler. Öte yandan, bununla biraz çelişen başka bir şey var; kayıt dışı ekonomiyi azaltmak. Bu da bir öncelik. Burada bütün sorun, birbiriyle çelişen öncelikleri telif etmesini bilmek. Aslında zaten işler çok kolay olsa herkes yapar. Başarılı hükümetlerin sorunu zor olan işleri becermektir. Böyle zorlu sorunlarımız var. Ama iyi niyet ve irade olduktan sonra bu sorunların çözülebilir sorunlar olduğuna inanıyoruz.

 

Ölçek büyüklüğü, teknoloji, eğitim. Üç stratejik öncelik  dedik.  Ama bir başka özellik var. Mesela KOBİ’lerde finans access'i yok. Yani borç bulma imkanları yok. Dolayısıyla bu adamları bir şekilde bu imkanlara kavuşturmalısınız. Mesela Maliye Bakanlığı dağıtılmamış kârları vergilendirmede özendiriyor. Bu çok doğru bir yaklaşım. Çünkü bunlar finans piyasalarından yararlanamıyorlar. Bütün vergi ve benzeri tedbirlerde mutlaka böyle stratejik düşüncelerinizin olması lazım. Mesela yatırım indirimi çok yüksek olmalı mı? Yatırım indirimi çok yüksek olmalı mı meselesinde herkes sadece mevzuat bazında tartışıyor. Halbuki bunun ekonomik bazıda tartışılmalı. Yatırım indirimi ne demektir? Çok yüksek sermaye hasıla katsayısı varsayıyorsunuz demektir. Vergiciler ekonomiyle ilgilenmeyince, ekonomistler vergi bilmeyince, hukukçular ikisini de bilmeyince, Türkiye’de bu işler çözülmüyor. Dolayısıyla bütün bu sorunları çözmek için, bütün bu kesimleri Maliye Bakanlığı’nın bir araya getirip çok iyi sentezler yapması gerekiyor. Bu sentezleri de yapma yoluna girdiği kanısındayız. Biz, iş dünyasının bir kuruluşu olarak bu çabanızın devamını istiyoruz.

 

Türkiye’nin uluslararası yatırımlardan aldığı pay çok düşük. Amerikan kaynaklı yatırımlardan aldığı pay daha da düşük. Amerika’nın bütün dünyada 3 trilyon dolar civarında dış yatırımı var. Türkiye’deki dış yatırımın toplamı 3.5 milyar dolar. Yani binde 1 düzeyinde. Biz Amerika’nın en önde gelen 10 yükselen pazardan biriydik. Ama binde 1 yatırım payıyla pek bunu kanıtlamıyoruz. Burada suç Amerika’da mı? Hayır değil. Biz ülkemizi cazip bir ortam haline getirme konusunda ağır davranıyoruz. Dolayısıyla bunların üzerine proje bazında somut, gerçekten sorunları analiz eden bir yaklaşımla gitmiyoruz. Diyoruz ki, “başbakanımız Amerikan başkanıyla el sıkışsın, biz de yatırım yapalım”. Böyle olmuyor. Çünkü işadamları birbirlerinden menfaat bekliyorlar. İkisi de kârlarını maksimize etmek istiyorlar. Bu anlamda nerelerde aksama var? Size bir örnek vereyim: Mesela Adana’da bir yabancı şirket, İngilizce ve bilgisayar bilen muhasebe müdürünü yıllarca bulamadı. Bakın, kimsenin üzerinde durmadığı bir sorun. Mesele sadece yatırım indiriminin stopajını düşürmek değil. Bulamadı ve bu yüzden yatırımı gecikti. Vasıflı işgücü diyorum. Diyoruz ki, “bizde çok vasıflı işgücü var”. Hangi anlamda var? İstanbul’da biraz var.

 

Bunlar ciddi sorunlar. Aslında yatırımların önünde bu gibi engeller var. Herkesin bildiği genel geçer laflarla çözülecek konular değil bunlar. Dolayısıyla, bu darboğazları bölgeler ve iller düzeyinde tespit edip üzerine gitmek gerekiyor. Son yılda yatırımlarda bir düzelme var ama bunun da büyük bölümü bireysel gayrimenkul yatırımlarından kaynaklandığı için hala o sorunu çözmüş değiliz. Bireysel diyorum, çünkü kurumsal gayrimenkul yatırımları olsa keşke. Ama çok iyi bir müjde verebilirim ki, 17 Aralık sonrasında kurumsal gayri-menkul yatırım fonları Türkiye’de çok artacak. O anlamda bile şimdiye kadar sadece bireysel bazda yatırımlar var. Dolayısıyla, bu eksiğimiz devam ediyor ve süratle, stratejik ajandamızla ilgili harekete geçmemiz gerekiyor. Geniş iç piyasa, genç nüfus. Dinamik teşebbüs gücümüz var diyoruz. Bütün bunlara rağmen dış kaynaklı yatırımlar niye böyle çok düşük kalıyor? Hep konuşuldu bunlar, tekrar etmeyeyim. Hukuki güvenlik, ekonomik istikrar ve idari istikrar. Siyasi istikrar bulunduğu için onu söylemiyorum. Siyasi istikrar var, çoğunluk iktidarı var. Ama öbür istikrarlarda ciddi gelişmelere ihtiyaç var. Son iki üç yılda gelişme var ama sadece bu gelişmeler yetmiyor. Hem ileri götürmek lazım hem de az önce dediğim gibi tedarik zinciri, vasıflı işgücü, rekabet ortamı, bütün bunlara bakmak lazım.

 

Mesela haksız rekabet. Kayıt dışılık başlı başına büyük bir sorun. Adam diyor ki benimle aynı sektörde kayıt dışı olan adam varsa ben burada acaba çalışmalı mıyım? Çok ciddi sorunlar. Doğrusu hükümet olmak kolay değil. Çok fazla sorunu bir arada çözmek zorunda. Ama böyle bir fırsatları var gibi görünüyor. İradeleri de var gibi görünüyor. Bu açıdan bunun altını çiziyoruz ve biz özel sektör olarak, sivil toplum olarak üstümüze düşen ne varsa katkılarımızı yapmaya hazır olduğumuzu bildiriyoruz. Her yatırımcı ülkedeki iş yapma koşullarıyla ilgili bir genel ortam analizi ve özel inceleme yapar. Bunu unutmayalım. Bu incelemeleri yapmadan yatırım yapmaz. Amacımız ne olmalı? Bütün mesele bu incelemelerde iyi resim vermektir. Resmimizin güzel çıkması lazım. Resmimiz güzel çıkmazsa yatırım yapmaz. Bu kadar basit. Çok kısa bir örnek vereyim. Hukukçular da var aramızda. Türkiye’de % 49 hisse alıp yatırım yapacak adam var mı? Türkler dahil. Yok. Demek ki, biz büyük bir yatırım potansiyelini bir kalemde bir kenara itmişiz. Hukuk düzenimiz derken bunları kastediyorum.

 

Vergilere gelince, nominal olarak yüksek. Tabi efektif yüksek değil. Ödemeyen de çok adam var. Bulgaristan’da kurumlar vergisi önce % 19’a, sonra % 15’e düşerken, Macaristan’da % 18 kurumlar vergisi varken, Türkiye’nin hala % 30. Sayın bakan % 33’ten % 30’a düşürüyor. Bu irade beyanı da çok güzel. Ama kısa zamanda % 20’ye doğru düşürmek konusunda bir irade beyanı yapıp bize burada moral verirse çok seviniriz. Çünkü hakikaten gelir vergisini ciddiye alıp kurumlar vergisini düşürmek lazım. Gelir vergisinde biz maksimize edelim potansiyelimizi. Onu istiyoruz. Unutmayın ki, gerçek ve ciddi sermaye akla uygun düzenlemelere karşı çıkmaz. Bunları yapın ama buna karşılık bizim mevzuatımızda olmayan bazı şeyler var, onları da tamamlayın. Vergi cennetleri ile mücadele, transfer fiyatlaması, e-ticaret gibi.

Mesela bir vergi tatili yapın. Vergi tatili kötü bir teşvik değildir. Çünkü vergi tatili yaptığınız zaman sınırlarını çok iyi çiziyorsunuz. Emin olun yatırım indiriminden daha iyidir. Çünkü yatırım indirimi istismara daha açıktır. Ama vergi tatilinde stratejik tercih yapıyorsunuz. Diyorsunuz ki yatırımı bu sektörde yap. 400 milyon dolar getir, 100 milyon dolar getir, şu kadar istihdam yap, şu kadar ihracat yap diyorsunuz. Elinizde tamamen, stratejik tercihinizi koyun ve gelsinler. Burada istismar imkanı yok. Biz bunu IMF’ye de anlattık. Yine emrederseniz gelir anlatırız IMF’cilere. Biz onların dilinden anlarız, konuşuruz onlarla. Esas bu tip teşvikleri sağlamak lazım. Yoksa öbür türlü istismara açık teşvikleri değil. O kanıdayız. Şirket kurmayı kısalttınız ama yapılacak daha çok iş var. Saygılar sunarım. Hem akıllı hem sevimli olmanın en zor olduğu bakanlık Maliye Bakanlığı. Bu ikisini birden beceren Sayın Maliye Bakanımızı kürsüye davet ediyorum.

 

 

Kemal Unakıtan, T.C. Maliye Bakanı

 

Çok değerli hanımefendiler, beyefendiler, sözlerime başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum. Türk - Amerikan İşadamları derneğinin toplantısına benim ikinci katılışım. Yalnız başkanlar değişmiş. Eskiden başkan hemen buyurun derdi, şimdi bu başkan biraz daha değişik olmuş. Zaten hem Adnan Bey, hem de değerli eşi fikir ve görüşleriyle her zaman katkıda bulunan kişiler. Şimdi eşi biraz dinlenmeye çekildi, Adnan Bey konuşuyor. Ama çok değerli biri ve konuşmalarını zevkle her zaman dinliyoruz. Yeni bu akşamda fevkalade kısa ve öz fakat çok güzel bir konuşma yaptı. Ben kendisini tebrik ediyorum.

 

Değerli arkadaşlar, hepimizin bildiği gibi Türkiye artık 17 Aralık’a günler sayıyor. Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerine tarih alınacak. Tarih alınınca ne olacak? Görüşmeler başlayacak. Bana göre her şeyin başlangıcı olacak. Son nokta değil de başlangıç olacak. Oturacağız, konuşacağız. Belki çok uzun bir süreç olacak bu süreç. Benim için onlardan daha mühim bir şey var. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme kararlılığı çok daha önemli. Müzakere başlar. Müzakereler de biter. Her şey olur ama bir şey çok mühim. Avrupa Birliği’ne girme kararını verirken Türkiye neyin kararını veriyor? Türkiye Avrupa Birliği’ne niçin girmek istiyor? Ondan yardım almak için mi?

 

Ben de Avrupa Birliği’nde olayım, o aileden olayım, beni de o şekilde ansınlar diye mi? Neden? Bana göre bunun bir sebebi var. Biz Avrupa Birliği’ni, yani Batı dünyasını, bir değerler bütünü olarak görüyoruz.

 

Bu değerler bütünü içerisinde aynı değerlere sahip olalım diye biz Avrupa Birliği’ne giriyoruz. Yoksa çok paralar alalım diye değil. Çok yardımlar alalım diye değil. Oranın sistemini, oranın kriterlerini aynen Türkiye’ye getirelim, daha doğrusu, Türkiye Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik kriterlerine sahip olsun, mühim olan bu.

 

Avrupa Birliği’ne alınırız, alınmayız. Ama Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik kriterlerini Türkiye’nin yakalaması lazım. İleri bir ülke olmak istiyorsa, onların seviyesine gelmek istiyorsa, o standarda ulaşmak istiyorsa Türkiye, o değerler bütününü hedef alıp o kriterleri aynen kendisine hedef edinip o kriterlere ulaşması lazım. Bu nedir? Siyasi kriterlerde Kopenhag kriterleri. Biz insan haklarında aynen Avrupa Birliği ülkelerinin Kopenhag kriterlerini yakalamamız lazım. Özgürlüklerde onu yakalamamız lazım. Demokraside onu yakalamamız lazım. Laf olsun diye değil, hakikaten biz Türkiye olarak, Türk milleti olarak ileri bir toplum olmak istiyorsak o kriterleri yakalayacağız. Avrupa Birliği’yle müzakereye başlarız, alırlar, almazlar, müzakere çok zorlu geçer, o ayrı mesele. Ama bizim bu hedefin içinde olmamız lazım. Ekonomik kriterler için de böyle. Enflasyon kriterleri neyse, onu hedef almamız lazım. Büyümeyi ona göre yapmamız lazım. Kamu borç stoklarını ona göre ayarlamamız lazım. Bütçe dengelerimizi, bütçe açıklarımızı ona göre ayarlamamız lazım. Ekonomik makro hedeflerimizi o kriterlere göre ayarlamamız lazım. Türkiye’nin bunu yapma iradesini göstermesi, bu kararlılığı göstermesi hepsinden çok daha önemli. Bu kararlılığı göstermek belki de hükümet olarak bize düşüyor ama bu kararlılığı esasında Türk milleti göstermiştir. Sivil toplum örgütleriyle, muhalefetiyle, iktidarıyla, şirketleriyle, özel sektörüyle, kamusuyla Türk milleti işte bunu göstermiştir. Türk milleti bu noktaya gelmiştir. Bu, en önemli noktadır. Bu noktaya geldiğimizden dolayı da kendi kendimizi tebrik etmemiz lazım. Bu nokta çok önemlidir.

 

Bu kararlılığı bu millet gösterdikten sonra bunu da başaracaktır. Başka hiç çaresi yok. Yani bizim Türkiye olarak uçacak halimiz yok. Birden bire de Avrupa’nın gelir seviyesine ulaşacak halimiz de yok. Ama bir defa kendimizi tamamen o yolda bulmamız lazım. Yolumuz bu dememiz lazım. Türk milleti onu yapmıştır. Bu fevkalade önemlidir. İki senede bu kadar gelişme olur mu? Demek ki millet karar verince oluyor. Buna millet karar vermiştir. Dolayısıyla bu milletin başarısıdır. Sadece hükümetin başarısı değildir. Bu siyasi istikrar, bu ekonomik istikrar milletin başarısıdır. İki sene önceki meclise bakınız. Şimdiki meclise bakınız. Millet karar verdi, değiştirdi, geçti gitti. Bu kararlılığı bu millet gösterdi. Kararında da isabetli oldu. Tek parti hükümeti getirdi. Tek parti hükümeti olarak da biz de zaten parti olarak daha gelmeden ne yapacağımızı açık açık beyan etmiştik. Biz geldiğimizde ekonomik politikamız bu, sosyal politikamız bu, dış politikamız bu, hepsini tek tek yazdık. İçeride ve dışarıda bunu gösterdik ve bize ekonomik çevreler not verdiler. En yüksek not bizim partinin manifestosuydu. Geldiğimizden beri de o politikamızı tatbik ediyoruz. Bir sapma yok. Ne dediysek onu yerine getirmeye çalışıyoruz.

 

Daha iki gün önce önümüzdeki 3 yıllık programı hazırladık. Türkiye ilk defa kendi programını hazırlıyor. Kendi programı üzerinde konuşma yapıyor. IMF’le konuşmalarımız yine devam ediyor, yine müzakere görüşmeleri yapıyoruz. Ama ortaya koyduğumuz program üzerine. Fakat programı gerçekçi yaptık. Dolayısıyla o program IMF’nin düşünceleri ile örtüşüyor. Başka yol yok. Türkiye için başka yol yok. Mali disipline riayet etmek mecburiyetindeyiz. Faiz dışı fazlayı elde etmek mecburiyetindeyiz. Başka yol yok. Bunu iki senedir yaptık ne oldu? Hep beraber gördük işte. Bu mali disipline uymanın dışında başka yol yok. İlk geldiğimiz zaman, ekonomi yönetimi olarak gündemimiz başkaydı, başka şeylerle uğraşıyorduk. Şimdi o günler geride kaldı. Çok uzun zaman değil ama geride kaldı. Şimdi gündemimiz başka. Bundan önceki gündemimiz, bu devrilen arabayı veya yoldan çıkmış arabayı yola getirmekti. Şimdi de bu başarıların devamlı olması, istikrarın devamlı bir hale gelmesi. Daha bugün Kasım enflasyonu açıklandı, % 9.8. Avrupa Birliği ülkelerine baktığımız zaman en yüksek enflasyon bizde. Demek ki,  daha  alacak  çok  yolumuz var. Yani bu istikrarı Türkiye’nin devamlı kılması lazım. Başarıyı devamlı kılması lazım ve bunların kalıcı olması lazım.

 

Geçenlerde Singapur’un başbakanlığını yapmış bir zat ziyarete geldi. 14 sene Singapur’un başbakanlığını yapmış. Ben sizin Singapur’daki başarılarınızı biliyorum dedim. Türkiye’yle de ilgili bazı şeyler sordum. Siz Türkiye hakkında ne düşünüyorsunuz, ne dersiniz bize diye fikrini sordum ona. Dedi ki, sayın bakan, Türkiye’de enflasyonu % 5’in altına düşürün başka bir şey yapmayın. Yani enflasyonun % 5’in altına düşürülmesi birçok parametreleri aynı şekilde normal seviyelere getirecek. Türkiye başarılı diyoruz ama esasında Türkiye normalleşiyor. Anormal bir hale gelmiştik biz ve senelerdir de böyle anormal bir şekilde yaşadık. Şimdi Türkiye esasında normalleşiyor. İşte bu normalleşmeyi tam yakalayıp bunda da kalıcı olmak, en mühimi bu. İçerideki vatandaşlarımız da, dışarıdaki yatırımcılarımız da bunu bekliyor bizden. Türkiye’nin normal hale gelmesini. Bir Belçika, bir Portekiz, bir İspanya, bir İtalya, diğer ülkeler hangi parametrelerdeyse Türkiye’nin de bunları yakalaması lazım. Siyaseten ve ekonomik olarak. İkisini de beraber düşünmek lazım. İşte bu kriterler önemli Türkiye için. Avrupa Birliği’nin kriterleri önemli.

 

Burada Türkiye’nin değerli işadamları ve Amerika’nın değerli işadamları ve temsilcileri var. Ben birçoğunu şahsen tanıyorum. Dostluklarım da var. Ben de iş dünyasından gelme bir kişiyim. Siz bırakın yabancı işadamını, Türkiye’de bir işadamı olarak yatırım yapmayı göze alamıyorsanız o memleketten hiçbir hayır gelmez, yabancı gelmez. Siz bir yerli yatırımcı olarak ben burada yatırım yaparım dediğiniz an; biliniz ki, yabancı da gelir orada yatırım yapar. Türkiye’de işte bu yatırım ortamının sağlanması bana göre en önemli husus. Bu ekonomik kriterleri yakalayan bir Türkiye’yi bizim yeniden inşa etmemiz lazım. O günlerimizi yakalamamız lazım. Ben çeşitli yerlere gidiyorum, Türkiye’nin ekonomisini anlatıyorum. Toplantılar yapıyoruz. Yatırımcılara Türkiye’yi tanıtmaya çalışıyorum, onları davet ediyorum. Amerika Birleşik Devletlerindeki bir toplantımda, “Türkiye’ye gelin” dedim. “Niye Türkiye’ye gelelim?” Dedi. “Ne var?” “Çok kâr edebilirsiniz”. “Onun için biz Türkiye’ye gelmiyoruz” dedi. Çok kâr varsa orada bir enayilik vardır. Türkiye’nin normal kârları veren ama istikrarı olan, sürprizler ülkesi olmayan bir ülke olması lazım. Biz bunun bilincindeyiz ve bunun için de uğraşıyoruz. Türkiye de hızlı adımlarla bu tarafa doğru gidiyor. Maliye Bakanı olarak ben normal klasik bir Maliye Bakanı değilim. Yalnız vergileri düşüneceğim, vergi alacağım, hayır. Türkiye’nin maliye politikası, Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını sağlayan bir politika olmalıdır. İkisinin ters yönde çalışmaması lazım. Bir taraftan Türkiye’nin yatırıma ihtiyacı var, bir taraftan maliye politikaları yatırıma mani. Böyle olmaması lazım. Ama zaman zaman da çatışma olmuyor değil, oluyor ama bunu değiştirmeye de gayret ediyoruz. Bu yönde de adımlar atmaya çalışıyoruz.

 

Türkiye’de biz geldiğimiz zaman birçok borçlar vardı. Vergi borçları tıkanmış kalmış, yüz binlerce dosya yığılmış kalmış, mahkemeler tıkanmış. Maliyenin alacağı var, mükellefin borcu var, iki taraf da birbirine bakıyor ama ortada bir şey yok. Onun için biz vergi barışı getirdik. Ben çok iyi biliyorum ki, Türkiye’de mali sistemin sağlıklı çalışabilmesi için af denilen mekanizmaların tamamen ortadan kaldırılması lazım. Türkiye’nin o müesseseyi unutması lazım. Bunu çok iyi biliyorum. Ama o tıkanmışlığı da kaldırmak için, çarkları döndürmek lazım. Onun için vergi barışı yaptık. Vergi barışını yaparken birçok kimseler bize karşı geldi. Birçok kimseler de alkışladı. Ama bizi ne tenkit etkiledi, ne de alkışlar etkiledi. Yaptığımıza sadece inandık, onun sonucunda bizim bütün Maliye teşkilatı rahatladı. Şimdi günlük incelemeler yapabiliyoruz, o hale geldik ve o dosyalardan kurtulduk. Şimdi çok daha rahat arkadaşlarım stratejik olarak düşünebiliyorlar. Daha iyi şeyler üretebiliyorlar. Bu arada aşağı yukarı 4.7 katrilyon lira da kasamıza para girdi. O da işin cabası.

 

Sonra Türkiye’de öyle bir şey vardı ki, fiktif kazançtan Türkiye vergi alıyordu. Bir bankaya yabancı yatırımcı bilhassa geliyor, 1 milyon dolarını koyuyor, bir müddet sonra hiçbir şey yapmasa da parası değer kazanıyor, ondan vergi alınıyor. Para bir şey kazanmadı, aynı para bir şey olmadı. Bir yabancı yatırımcı 5 milyon dolar getirdi, bir şirket kurdu. O işi mi yapayım, bu işi mi yapayım derken 1 senesi geçti. Bir vergi, adamın 1 milyon doları gitti. Kaldı 4 milyon dolar. Ondan sonra birisine dedi ki para gidiyor, ne yapacağız? Sen de gayrimenkul al dedi. Hiç olmazsa gayri-menkulden vergi de ödemezsin, senin paran da kalır. O zaman acaba orada mı alayım burada mı alayım derken bir sene daha geçti, kaldı 3 milyon dolar. Dedi ki, ben bu parayı kurtarayım da bir an önce gideyim ve gitti.

 

Biz şimdi enflasyon muhasebesini çıkardık. Bize diyorlar ki enflasyon düşerken niye çıkardın bu enflasyon muhasebesini? Ne olur, ne olmaz. İnşallah enflasyon daha da düşer ihtiyaç kalmaz ama, enflasyon muhasebesi sigorta olarak burada dursun. Bu sene uyguluyoruz enflasyon muhasebesini. Hiçbir iktidar bunu çıkaramamıştı. O kadar konuşuldu, fakat maliyeti şu kadar, bu kadar dendi. Maliyeti olmadı mı? Bana maliyeti oldu. Ama artık madem ki Türkiye normalleşecek diyoruz, hiç kimse Türkiye’ye fiktif kazançtan vergi alır diyemez. Enflasyon muhasebemiz var bizim. Bana göre fevkalade önemli bir husustu ve bunu biz hükümet olarak başardık. Çok vergi almak iyi bir şey ama şirketlerimizin dağıttığı kârlar var. Bu dağıtılan kârlardan hep vergi alınırdı. Son zamanlarda alalım mı almayalım mı? Biz almayalım dedik.

 

Eğer bir şirket kârını sermayeye ilave ederse bundan vergi almayalım. Kaybımız çok fazla olur ama biz bunu almayalım. Neden? Bu ekonominin gelişmesi için bizim oto-finansmana ihtiyacımız var. Zaten ülke olarak biz sermaye yoksunu olan bir ülkeyiz. Sermayenin buraya gelmesi lazım. Niye yabancı sermayenin gelmesini istiyoruz? Türkiye’de sermaye terakümünde bir azlık var. Dolayısıyla bizim sermayemizi teşvik etmemiz lazım. Sermaye birikimini teşvik etmemiz lazım. En önemli teşviktir bu. Hiç söylenmez, çok yerde söylenmez. Bugün bunu kaldıralım, çok şirket sıkıntıya girer. Bunu bilerek yapıyoruz ve devam ettiriyoruz. Bu fevkalade önemli. Ben şuna çok inanıyorum. Eğer bir ülke teşviklerle kalkınacak olsaydı, bizim Doğu Anadolu cennet olurdu. Oraya verdiğimiz teşvikin haddi hesabı yok. Para verdik, yatırımı yap, al parayı. Rahmetli Turgut Beyin zamanında üçkağıtçılar oraya gittiler, iki tane baraka yaptılar, paraları cebe indirip kaçıp gittiler. İşyeri falan yok. Onun için, bir ülkeyi istikrarlı hale getirmek istiyorsak artık o sektöre ayrı teşvik, bu sektöre ayrı teşvik uygulamasını kaldıracağız. Bunları artık yapacaksak herkese yapacağız. Artık herkese şeffaf olacak, açık olacak, anlaşılır olacak. Onun için herkese dedik ki, hiç Ankara’ya gitmeye gerek yok. Teşvik belgesi almak için ben Ankara kapılarında çok dolaştım. Ama şimdi diyoruz ki, siz yatırım indirimi teşviki için Ankara’ya gitmeyin. Belgeye de lüzum yok. Yatırımı yapan % 40 yatırım teşviki, yatırım indirimi alır. Bu artık herkes için objektif, aynı. Herkes istifade ediyor. Doğudaki de, batıdaki de, herkes yapıyor. Bir de teşvik veriyorduk biz, yatırım indirimi. Ondan da vergi kesiyorduk. % 100 teşvik. Ondan % 20 vergi alınıyordu. O zaman dedik ki madem teşvik veriyoruz, vergiyi de kaldıralım. Gayet açık, basit ve herkese uygulanır hale geldi. Bundan sonraki vergi politikalarımız böyle olacak. “Bu sektörü kalkındıralım”. O ayrı mesele. Ama teşvikler herkese eşit.

 

Bir şey daha söylemek istiyorum. Çok önemli. Türkiye’nin oturduğu bölge ve bu bölgeye yakın bölgelerde kalkınmada rakip olduğu ülkeler var. Bizim her ülkeye karşı saygımız sonsuz. Ama o ülkelerde ne varsa biz de yapacağız. Avrupa Birliği’ne giren 15 ülke var; Çekoslovakya, Polonya, Macaristan. Zaman zaman gidiyorum, oraların Maliye Bakanlarıyla konuşuyorum. Teşvikleri değil de, biz vergileri indireceğiz. Oralarda hep kurumlar vergisi inmiş, gelir vergisi inmiş. Diyor ki, ben gelirden mümkün olduğu kadar, yatırımcıyı da çekmeliyim. Benim ülkemde gelir elde ederken ben onu teşvik etmeliyim. Daha fazla teşvik etmeliyim. Ben paramı harcamalardan alırım. Artık bu çağdaş dünyada dolaylı vergiler, dolaysız vergiler fazla önem arz etmemeye başladı. Asıl olan, ülkelerin ekonomik refahlarını yükseltmektir. Eğer milli gelir seviyeleri yükseltilebilirse artık harcamadan alınmış, gelirden alınmış, pek fazla bir şey fark etmiyor. Hem daha da adaletli oluyor. Benzinden alınıyorsa, benzini kullanandan alınıyor, kullanmayandan alınmıyor. Veya köprüyü kullanandan alınıyor, kullanmayandan alınmıyor. Biz kurumlar vergisini düşüreceğiz ve bunu sürekli olarak düşüreceğiz. Hiç merak etmeyin. O memleketlerdeki seviyeye kadar indireceğim ben bu kurumlar vergisini.

 

Yabancıyla yerli arasında hiçbir farklılığımız yok. Hükümet olarak bizim bazı prensiplerimiz var. Onlardan en önemli bir tanesi yerli neyse yabancı da o. Hiç farkı yok. Aynı hukuka, aynı teşvike sahip. Ona çok dikkat ediyoruz. Hatta hükümet olarak Türkün misafirperverliğinden dolayı, yabancının hakkı yenmesin diye biraz daha dikkat ediyoruz. Biraz daha hoşgörülü oluyoruz. Çikolata ikram etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla hiçbir farkımız olmayacak. Gelir vergisinde de aynı esasları yakalayacağız. Ben kurumlar vergisinin de gelir vergisinin de oranlarını her sene düşüreceğim. Neden her sene? Birden bire düşürsek olmaz mı? Olmaz. Bir bütçe var, bakıyorum o kadar düşüyor. Mali disiplinden ödün vermem mümkün değil. Benden gelip para istiyorlar. Özel kalemim, daha önce başka Bakanın da özel kalemliğini yapmış, gelip diyor ki: “Buradan para almadan giden millet vekillerini yeni görmeye başladım ben”. Her gelen bir şey istiyor. Ben de diyorum, bugün güler yüz, para ondan sonra. Ben almadan çıkmayacağım diyor. Başımın üstünde yerin var ama para yok. Bu disiplini sağladığımız için enflasyon düşüyor. Bu disiplini sağladığımız için faizler düşüyor. Bu disiplini sağladığımız için kamu borç stokunda iyileşmeler söz konusu oluyor. Bundan hiçbir taviz vermeden devam edeceğiz.

 

Türkiye’de araştırma geliştirme çok önemli. Ne kadar fazla araştırma yapılırsa, Türkiye o kadar kazançlı çıkar. Birçok ilaçlar var, birçok şeyler var. İlk bulan kimse parayı o kazanıyor. Onun için de biz ilk defa araştırma geliştirme için yüksek bir teşvik öngördük. Bunu özellikle yaptık. Ama biz biliyoruz ki bir ülkenin gelişmişliğinin en önemli kaynağı insan kaynağının yetişmiş olması, kaliteli olması. Yani, Türkiye’nin eğitime çok önem vermesi. Onun için hükümetimizde ilk defa Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi Milli Savunma Bakanlığının bütçesini geçti. Bundan önce devamlı Milli Savunma Bakanlığı bir numaraydı. Şimdi Milli Eğitim Bakanlığının bütçesi onun üstünde. Her sene giderek arayı açıyor. 2004 yılında üç bakanlık bütçeden en fazla artış oranı yönünden fazla pay aldılar. 1. Milli Eğitim Bakanlığı, 2. Sağlık Bakanlığı, 3. Adalet Bakanlığı. Bu üç bakanlık payı daha fazla aldı. Yapısal reformlar artık Türkiye için fevkalade önemli. Bu yapısal reformlar da aynen devam edecek. Şimdi bir bütçe mali kontrol kanunu çıkardık. O kanuna göre bütün masraflar performans esasına göre değerlendiriliyor. Eskiden “sen ne aldın geçen sene?” “Şu kadar bütçeden pay aldım”. “Bu sene de bu kadar alacaksın.” “Sen ne iş yapıyorsun? Ne fonksiyonları icra ediyorsun? Türkiye için bunlar ne kadar önemli?” Önem sırasına göre pay veriyoruz. Ona göre artık bütçeden bakanlıkların pay alma şekli de değişti. Ona göre alıyorlar. Bu masrafların artık eskisi gibi değil, artık masraflar kısmını kontrol altına aldık. Günlük takip ediyoruz. Kim nereye ne para harcadı. Bir de bunu geliştiriyoruz. Artık mukayese de edeceğiz. Diyeceğiz ki Milli Eğitim Bakanına, falan okula bu kadar harcıyorsunuz, şu okula şu kadar harcıyorsunuz, burada bir terslik var. Ya bunun bize cevabını getir, ya da bu parayı kısarız. Onların performanslarına geçeceğiz yavaş yavaş.

 

Türkiye önümüzdeki yıl 3 yıllık bütçeleme sistemine geçiyor. Bu çok çok önemlidir Türkiye’nin istikrarı açısından. Türkiye’nin artık 3 yıllık bütçeleme sistemine geçmesi de fevkalade önemli. Son yıllık bütçemizi yaptık. Bundan sonra 2005 yılında 2006’yı hazırlarken 3 yıllık bütçe hazırlayacağız. Eskiden bir sürü fonlar vardı. Bir kanun çıkardık. Bütün fonları bütçeye aldık. Kolay olmadı tabi. Hepiniz takip ettiniz. Aramızda eski bakanlarımız da var. Onlar bu işin ne kadar zor olduğunu daha iyi bilirler. Ama bu hükümetin kararlılığıyla o da oldu. Bazı yenilikler daha getirdik. Dinamik bir Vergi Konseyimiz var. Bu Vergi Konseyimiz çok önemli. Şimdi gelirler idaresini yapılandırıyoruz. O gelirler idaresini de izleme komitemiz var. İzleme komitemiz de özel sektörden gelecek oraya. Çünkü bizim için en önemli kimse vergi ödeyendir. Vergi ödeyenin ödediği vergilerin nereye harcandığını takip etmesi lazım. Benim bakanlığım sırasında biz her ay bu paraları nereye harcadığımıza dair döküm yapıyoruz. Bütçemize şu kadar para girdi, şuralardan geldi, onları da buralara harcadık. Her ay bunları ya ben sözlü basın toplantısında açıklıyorum ya da yazılı olarak açıklıyoruz. Her ay bunu yapıyoruz. Bunu yapmaya da devam edeceğiz.

 

Hollanda modeli diye bir model getirdik. Bu Hollanda modelinde Türkiye’de kuracağı bir holding şirketi vasıtasıyla yatırımcılar çeşitli iştiraklerden elde ettikleri kârları Türkiye’de topladığında yalnız % 5 vergi veriyorlar. Bizim birçok yatırımcılarımız Hollanda’ya gidip şirket kuruyorlardı. Artık hiç onlara gerek yok. Biz bu modeli Türkiye’ye getirdik. Zaman zaman yabancı yatırımcılarımızla da toplantılar yapıyoruz. Onlardan da aldığımız bazı şikayetler doğrultusunda, ulaşım sektöründe, kıymetli maden aramalarında da çeşitli teşviklerle bunları özendirir hale getirdik. Tabi bir de 1500 doların altında olan yerlerle ilgili de özel teşviklerimiz oldu. Bedava Hazine arazisi veriyoruz. Sigorta primlerinin işveren hissesini düşük alıyoruz. Devlet olarak biz katlanıyoruz. Enerjiyi % 50 düşük bedelle veriyoruz. Ona da biz katlanıyoruz. Bu şekilde oralarda yatırım yapılma imkanını sağlamaya çalışıyoruz. 36 ilimizde de şimdiye kadar neler yapıldığını takip ediyoruz. Çok güzel yatırımlar yapılmaya başlandı oralarda. Bunları yaparken biraz önce dediğim gibi yerli yabancı yatırımcı ayrımı yapmaksızın, aynı teşviklerden herkes aynı şekilde istifade ediyor.

 

Bu teşvikleri ve yaptığımız vergi kolaylıklarını anlattım ama bunların içinde yapmak istediğimiz en önemli husus, Türkiye’yi artık diğer batı ülkeleri gibi aynı normlarda, kayıt dışının olmadığı bir ülke haline getirmek. Yabancı yatırımcı bizden bunu istiyor. Eminim ki siz de bunu istiyorsunuz. Geçenlerde bir Fransız oteller zincirinin sahibi geldi. Dedi ki: “Türkiye’de yatırım yapmaya karar verdim. 50 tane de otel yapacağım. İlk otelin temelini atıyorum. Yalnız beni rahatsız eden bir şey var. Ben vergimi veren bir adamım. Vergi kolaylığı da istemiyorum sizden, özel teşvik de istemiyorum. Böyle bir derdim yok. Ama normal bir ülke istiyorum. Şu kayıt dışı beni rahatsız ediyor. Otelcilik sektöründe kayıt dışı çok fazla. Bir sürü adam sigortasız, vergisiz adam çalıştırıyor. Ben bunu yapamam.”

 

Bir yabancı yatırımcı için en önemli husus kayıt dışının asgari seviyede olduğu bir Türkiye’dir. Görmek istediği Türkiye budur. Biz bunun için çok çalışıyoruz. Bunun için yabancı kuruluşlarla da birlikte çalışıyoruz. Amerikan Hazinesiyle beraber çalıştık, oradan uzmanlar geldi. Sürekli olarak bizim arkadaşlarımızla beraber çalıştılar. Vergi konseyimiz bu konuda sürekli olarak çalışıyor. IMF’den de bir çalışma, bir rapor istedik, onlar da bir çalışma yaptılar. Uzmanlar getirdiler ama pek fazla tatmin olmadım. Uzmanlar Meksika’dan, Brezilyadan, Arjantin’den geliyor. Prensiplerde biriz ama zaman zaman bazı detaylarda bizim ülkemiz değişiklikler arz ediyor. Bizim bunun mücadelesini kendimize göre vermemiz lazım.

Birçoğunuz burada şirket sahibi, şirket temsilcisi, mali konularda derin bilgileri olan kimselersiniz. Bu kayıt dışı ekonomide bana ne kadar düşüyorsa hepinize aynı görev düşüyor. O bakımdan benim sizlerden ricam biz gerekeni yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz, ama siz de elinizden geleni yapacaksınız. Çünkü Türkiye bir tane, başka Türkiye yok. Onun için, eğer evlatlarımızı düşünüyorsak, geleceğimizi düşünüyorsak yabancı yatırımcılarımıza biz istikrarlı ve kayıt dışının olmadığı bir ülkeyiz demek istiyorsak, hepimiz üzerimize düşen görevi yapmalıyız. Mesela vergi konseyimizde çok kıymetli arkadaşlarımız var. İşlerini güçlerini bırakıyorlar, belki belli kazançlarından da fedakarlık ediyorlar, bunun için gelip çalışıyorlar. Para da almıyorlar. Onlara da teşekkür ediyorum burada. Bazı arkadaşlarımız burada. Başkanımız da burada. Onun gibi bütün aydın kimselerin bu konuda görev alması lazım. Uyarı vazifesi yapabilir, şikayet vazifesi yapabilir, fikir verme vazifesi yapabilir, çocuklarını yetiştirse onun bile faydası var Türkiye’ye. Çünkü bu alışkanlık meselesidir.

 

Diyorlar ki, indir vergileri kayıt dışı bitsin. Hemen indirelim. En fazla kaçak, en düşük vergisi olan mallarda. % 1 en fazla kaçak olan yer. Bu bir alışkanlık meselesidir. Bunu eğitimle de kapayacağız. Eğitimden de yardım istememiz lazım. Hep birlikte yapacağız. Ama bunun için bir strateji planı yaptık. Bu strateji planını da açıkladık. Bunu açıklamamızdan Dünya Bankası da, IMF de, Avrupa Birliği de memnun oldular ve mutabık olduklarını da söylediler. Biz bu stratejiyi takip ediyoruz. Ama bu stratejiyi bir kere açıkladık, duyan oldu, duymayan oldu, unutan oldu. Biz yeniden yeni bir çalışma yapıyoruz. Maliye Bakanlığı olarak: Türkiye’de bilimsel metotlara göre kayıt dışı ne kadar? Bilimsel olarak en iyi yaklaşımlarla bir çalışma yaptık. Bu çalışmaların neticelerini de açıklayacağım. Daha önce ne kadarmış, geçen yıllarda ne olmuş, bundan sonra nasıl bir mücadele yapmak istiyoruz. Şimdiye kadar ne tedbirler aldık, bundan sonra ne tedbirler alacağız. Bu uzun ince bir yol ama kuvvetli bir iradeyle, azimle, kararlılıkla bunun üzerine gideceğiz. Bunu bitirene kadar kayıt dışı bitmez ama asgari seviyesine getirene kadar devam edeceğiz. O kriterlere burada da varmamız lazım. Bana göre yabancı sermaye bakımından en önemli husus Türkiye’deki kayıt dışı problemini halletmek. Fakat bu öyle bir irade istiyor ki, benim oturduğum koltukta kim oturursa otursun aynen devam etmesi lazım. Çünkü koltukta oturanlar değişiyor. Biz de değişeceğiz. Beni de en çok rahatlatan o. Nasıl olsa bir gün bu kadar sıkıntı geçecek diyorum.

 

Türkiye olarak önümüzde uzun bir yol var. Bu yolu da hep birlikte Türkiye olarak kat edeceğiz. Bizi teşvik eden, her zaman bizimle birlikte olan dostlarımız var. Bu dostlarımız okyanuslar ötesindeki ülkelerden gelip bu ülkeye yatırım yapmış olan dostlarımız, yani sizler. Biz sizleri kendimizden biliyoruz. Onun için sizin en ufak bir derdiniz için bizim bakanlığımızın bütün kapıları açıktır. Taşra teşkilatında veya merkezi teşkilatta da bütün arkadaşlarım bu anlayıştadır. Bunu bugüne kadar göstermeye gayret ettik ama bürokrasinin de kendine mahsus bir takım cilveleri var ki, adamı duvara tırmandırıyor. Bunu da hepimiz görüyoruz. Onu yapanlar da aramızda oturuyorlar. Başta Gelirler Genel Müdürümüz olmak üzere. Bürokrasi de Türkiye için önemli bir engel. Şimdi idari yapımızda bir değişiklik yapmaya gayret ediyoruz. Bazen kanunlarımız veto ediliyor ama ona rağmen kararlıyız, yapacağız. Çünkü bu yapıyla da devlet çok hantallaşmış durumda.

 

Şimdi Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğümüzü kaldırıyoruz. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün yaklaşık 2 katrilyon kadar bütçesi var. Türkiye’deki köy yollarının, içme sularının, elektrik işlerinin yapılması, bu hizmetleri götürmek için kurulmuş bir teşkilat. Teşkilat nasıl büyümüş? Herkes tanıdığını koymuş. Artık iş yapamaz hale gelmiş. 2 katrilyon lira bütçenin 1.8 katrilyon lirası ücretlere veriliyor. Geriye kalıyor 200 trilyon. 200 trilyon da vasıtalara mazot parası. İşçiler çalışacak bir ortam bulamıyorlar. Herkes nerede çalışacağız derken 2 katrilyon gidiyor, ortada hizmet yok. Biz bunu kaldırıyoruz. Kanunu verdik, kanun çıkmak üzere TBMM’den. 2 katrilyonu valiliklere, özel idarelere dağıtacağım. 2 katrilyonla ne işler yapılmaz. Bütçeden 300-400 trilyon lira ayırsam, yapılmadık köy yolu kalmaz. İçme suyu olmayan köy kalmaz. Merkezi idareden biraz daha mahalli idarelere doğru yetkileri dağıtacağız. Bunları yapmaya da devam edeceğiz. Aynı zamanda bu bir de şunu getiriyor. Yerel yönetimlere daha fazla karar yetkisi vereceğiz. Herkes Ankara’ya taşınmasın, işi orada halledilsin. İşler yerel yöneticiler tarafından daha iyi görülüyor. Bir proje yapılıyor, en lüks binayı köye götürüyoruz, bu proje her yere uygulanıyor. Bir tarafta kış çok fazla ama bakıyorsunuz camlar geniş, sınıflar ısınmıyor. Güneydeki projeyi doğuya götürmüşler. Bunu neden yapıyorlar diyen de olmuyor. Dolayısıyla bu devlet yapısını da devlet çarklarını daha iyi döndürebilecek mekanizmaları da üretme mecburiyetimiz var. Yapacak işimiz çok fazla.

 

Sözün kısası, Türkiye bir normalleşme sürecinin içerisinde ve bunu da kalıcı kılmak mecburiyetindeyiz. Bunu da hep birlikte yapmak mecburiyetindeyiz. Ama bunun en büyük görevi yine Türk milletine düşüyor. Siyasi ve ekonomik istikrarın Türkiye’de sürekli olması lazım. Avrupa Birliğine de bunun için giriyoruz. Girsek de girmesek de bunu da yapmak mecburiyetindeyiz. Türk milleti artık bunun bilincine varmıştır. Bu bakımdan Avrupa birliğine de girsek, IMF de gelse bu Türkiye’yi inşa etmek mecburiyetindeyiz. Bütün gayretimiz budur ve bunu da hep birlikte halledeceğimize, hep birlikte bu problemleri aşacağımıza inanıyorum. Bu bakımdan da çok umutluyum ve Türkiye’nin de artık eski Türkiye olmadığını, Türk insanının da artık eskisi gibi olmadığını da çok iyi görüyorum. Çok iyi günlere doğru gittiğimizi de görüyorum. İnşallah daha iyi günleri hep birlikte görürüz. Bütün mutluluğumuz da budur. Bizim sandalyemiz geçici. Ama o koltukta oturduğumuz müddetçe eğer Türkiye’ye bu dediğim şekilde yardımcı olabiliyorsak, hizmet edebiliyorsak ne mutlu bize. Onun dışında hiçbir şeyin kıymeti yok. Beni buraya davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Hepinize saygılar sunarım.

 

Adnan Nas, TABA Yönetim Kurulu Başkanı

 

Programın bundan sonraki bölümüne geçerken, yine iki cümle etme hakkım oluyor. Sayın Bakanımızın konuşmasının hatırlattığı çok önemli şeyler var. Dedi ki, bizde en fazla kaçak düşük oranlarda oluyor. Girmekte olduğumuz Avrupa Birliğinde en fazla tahsilat düşük oranlarda. Böyle birbirine benzemez noktalarımız da var. Hükümetimize Allah kolaylık versin, bu işlerle uğraşması gerekecek. Biraz fazla üyemiz olduğu için, bazı üyelerimiz bazı toplantılarımıza geliyor bazılarına gelmiyor. Bu vesileyi kullanarak, bir iki şey söylemek istiyoruz. TABA’nın yeni yönetimi olarak biz Haziran ayından bu yana iş başındayız. 18 yıllık TABA’nın bu dönemde Türk Amerikan işbirliğini artırma yolundaki çabalarının artık biraz da dünya koşullarında, bölgesel koşullarda, Türkiye’nin koşullarındaki değişikliklerden dolayı bir vites değişikliğine, bir vizyon değişikliğine ihtiyacı olduğu kanaatiyle çok daha fazla proje odaklı çalışmak durumunda olduğumuz bir döneme giriyoruz. Çok fazla teknik altyapıya yönelen, çok fazla eli taşın altına giren çalışmalar yapacağız. Bu sebeple bunu daha önceki toplantılarımızda olmayan üyelerimize duyurmak istiyoruz.

 

Bu arada bu kadar geniş bir çabanın önemli bir döneme rast geldiğini de söylemeliyim. Bu önemli dönem de şu: Dünyanın süper gücü olan Amerika biliyorsunuz 50 yıl boyunca bizimle hep askeri işbirliği alanında çok önemli şeyler yaptı ama ticari alanda iş birliği maalesef güdük kaldı. Fakat eskiden çok uzaktı Amerika. Şimdi komşumuz oldu biliyorsunuz. Bu sebeple burada önemli fırsatlar da var. Gerek Avrupa Birliği üyeliğimizin gündeme gelmesi, gerek Amerika’nın bu bölgeye olan ilgisinin çok aşırı artması. İyi stratejiler izleyebilirsek, Türkiye için önemli fırsatlar da doğurabilir. Nitekim Amerika’nın ilgisinin arttığını biz hem kendi şirket olarak müşterilerimizden anlıyoruz hem de TABA’nın üyelerinden anlıyoruz. Bu anlamda aramızdaki bazı arkadaşlarımız da “sizin o kadar geniş ki kapsamınız, Türk işletmelerinin seviyesini artıracaksınız, ortaklık kuracaksınız, hep artırmakla uğraşıyorsunuz. Mevcut Amerikalı yatırımcıların sorunlarıyla yeterince ilgilenmiyorsunuz” diyerek bir başka dernek daha kurdular, kardeş derneğimiz. Amerikan Şirketler Derneği. Onlarla da bundan sonra sinerji içinde çalışacağız. Çok daha iyi şeyler üretebileceğimizi düşünüyoruz. Hem mevcut yatırımcıların sorunlarıyla da ilgileneceğiz. Şimdiye kadar çok güdük olan bu ilişkileri de artık artırmamız gerekiyor. Biz binde 1 Amerikan yatırımının yapıldığı bir ülke olmak istemiyoruz. Bunu en azından % 1’e yükseltmemiz lazım. Panelimizin çok yetkili mensuplarının konuşmasından önce de iki üç önemli şey söylemek istiyorum. Belki konuşmaları sırasında da yorum yaparlar o konuda. Bir tanesi şu: 500 büyük Türk şirketi arasında halen bir yazılım şirketi yok. Bilgisayar donanım ve yazılımında % 100 amortisman getiren Hindistan kadar olamıyor muyuz? Bu konuyu da düşünecek miyiz?

İkinci bir konu; OECD ülkelerinin çoğunda ileriye dönük zarar mahsubunda süre sınırı yok. Geriye dönük zarar mahsubu da çoğu ülkede var. Biraz teknik terimler kusura bakmayın ama çok üst düzeyde vergi uzmanı da var bu toplantıda. Belki zamana bağlı olarak bunların üzerinde de durulabilir. Biz bundan sonra Amerikan Ticaret Odasının temsilcileri olarak bunları düşünürken, bir taraftan da bu gibi konularda Vergi Konseyindeki çalışmalarla da özel sektörün görüşlerini oraya da yansıtacağız. Panele geçiyoruz. Ben panel üyelerini tanıtmak istiyorum. Sayın Osman Arıoğlu, Gelirler Genel Müdürü, konunun birinci derecede yetkili bürokratı, panelimizi yönetecekler. Tabi yönetirken kendi görüşlerini de sunacaklar ve belki de müjdeler verecekler başka bir şeyler üzerinde de çalışıyoruz diye. Kötü haberleri vermese de olur, iyileri versin. Kötü haberleri nasıl olsa gazetelerden duyarız. Sayın Bülent Taş, uluslararası vergi konularında bakanlığımızın çok değerli bir bürokratı, Gelirler Genel müdür Yardımcısı. Bu holding yapılanması hükmünün Türkiye’ye getirilmesinde çok değerli çalışmaları oldu. Gerçekten Türkiye’nin bu anlamda radikal bir adımıdır. Fakat hiçbir gazetemizde yer almamıştır. Çünkü biraz teknik bir konu. Türkiye’nin mevzuatı şimdiye kadar 50 yıldır içe kapalı himayeci bir ekonominin türevi olan bir mevzuattır. Aslında biz 1980’lerden sonra dünyaya açılmaya başladık da, mevzuatı değiştirmeyi unuttuk. Sayın Özal bir sürü şey yaptı, sıra oraya gelmedi. Bu hükümet inşallah o tarafını tamamlayacak. Üçüncü konuşmacımız da çok değerli bir eski maliyeci. Şu anda PricewaterhouseCoopers’ın önemli bir ortağı ve benim de yetişmesinde payım olan bir arkadaşım, Kadir Baş. Buyurun Sayın Arıoğlu.

 

Osman Arıoğlu, Gelirler Genel Müdürü / Panel Başkanı

 

Hepinize iyi akşamlar diyorum. Bu akşam hakikaten işimiz zor. Çünkü Sayın Bakanımız son derece veciz, güzel bir konuşma yaptılar. Bu arada biz de nasibimizi aldık bürokrasi olarak. Ama Sayın Bakanımız her zaman bize takılır, bizi de sürekli bu toplantılarda yanında bulundurmasından dolayı her zaman kendisine müteşekkiriz.

 

Adnan Nas Bey birinci konuşmasında önemli bir şeyi dile getirdi. Biz vergi idaresi olarak Sayın Bakanımızın öncülüğünde hakikaten çok önemli şeyler yaptık. Fakat bu yapılanları yeterince duyuramadık. Bunun da farkındayız. Bunu yaparken, bundan sonra bu eksiğimizi giderirken bunu ilgili meslek kuruluşlarıyla birlikte yapmayı arzu ediyoruz. Örneğin, biz bundan önce Barolar Birliğiyle bir toplantı yaptık. Onlara serbest meslek erbabına getirdiğimiz imkanları anlattığımızda onlar da aynı şeyi söylediler. “Bizim bunların hiçbirinden haberimiz yok” dediler.

 

Bu vesileyle TABA’nın saygıdeğer üyeleriyle birlikte şöyle bir çalışma yapabileceğimizi belirtmek istiyorum. Bunu meslek broşürleri olarak sizinle ortaklaşa yaparız, siz de meslektaşlarınıza duyurursunuz. Böylece de Türkiye’nin en önemli sorunu olan kayıt dışı ekonominin üstesinden gelmenin sadece maliye idaresinin, gelir idaresinin bir konusu olmasının ötesinde tüm meslek teşekküllerinin ve tüm Türk toplumunun bir meselesi olduğunun da bilincine uygun hareket etmiş oluruz dedik. Bu çerçevede de böyle bir karar almıştık. Bu toplantı vesilesiyle çok değerli panelist arkadaşlarımızın ayrıntısıyla anlatacakları özellikle uluslararası yatırımlar konusunda ne gibi önemli gelişmeler sağladığımız konusunda önümüzdeki günlerde hem Türkçe hem de diğer dillerde TABA’yla ve yabancı sermaye derneğiyle birlikte gerçekleştireceğimiz broşürlerle bunu çok daha iyi tanıtma imkanımız olacak. Bunu diğer sektörlerle, diğer meslek gruplarıyla da yapacağız.

 

Takdir edersiniz ki, şu ana kadar o kadar hızlı çalışmak ve o kadar çok yasal değişiklik düzeyinde düzenlemeler yapmak durumunda olduk ki, bunları tanıtma tarafını biraz da o nedenle eksik bıraktık. Çünkü bir tanesini bırakıp öbürüne geçmek durumundaydık ve 2005 yılındaki hedefimiz artık vergi yasalarını yeni baştan ele alarak bunları artık kalıcı bir şekilde düzenlemek.

Sayın Bakanımızın deyimiyle araba artık vergi anlamında da rayına getirildi. Raydan çıkan tren yoluna getirildi. Bir hareket sağlandı. Şimdi o rayların da sağlamlığı, tamiri vs. bitiyor. Artık 2005 yılı sonunda o tamirat tamamlanmış olacak. Şimdi izin verirseniz ilk sözü Sayın Bülent Taş’a veriyorum. Buyurun Sayın Taş.

 

Bülent Taş, Gelirler Genel Müdür Yardımcısı / Panel Konuşmacısı

 

Teşekkürler Sayın Başkan. Ben sözlerime başlamadan önce bütün konukları saygıyla selamlıyorum. Ben şöyle bir sistematik içersinde sunumumu yapmak istiyorum; öncelikle Türk Vergi Sisteminde uluslararası yatırımlar ve yatırımlar bakımından aksayan yönler nelerdi? Biz bu aksayan yönlerin hangilerinde çözüm arayışları içersinde olduk, hangilerini çözmeye çalıştık? Hangileri üzerinde çalışıyoruz? Bu konularda biraz da teknik ayrıntısıyla bilgi vermek istiyorum. İlk aşamada, belki her zaman gündeme gelen konu, Türkiye’de kurum kazançları üzerindeki vergi yükünün çok yüksek olmasının yatırımlar bakımından çok engelleyici bir unsur olduğu konusu. Bu aslında doğru bir tespit. Kurumlar Vergisi oranımız % 33 idi. Kurumlar Vergisi düştükten sonra kalan kazancın dağıtılması durumunda da % 16.5 gibi bir vergi kesintisi yapıyorduk. Bu kazanç gerçek kişilerin kâr payı olarak eline geçtiğinde, bu kazancı vergi alacağı müessesesi dediğimiz bir müessese ile brütleştirip mevcut tarife üzerinden vergiye tabi tutuyorduk, vergi alacağını mahsup ederek. Sonuçta toplam kurum kazancı üzerindeki vergi yükü % 65’lere dayanıyordu. Yaptığımız düzenleme ile aslında kurum kazançları üzerinde çok önemli bir düşüş sağladık.

 

Hep kurumlar vergisi oranına bakarak değerlendirme yapıyoruz. Kurumlar vergisi oranı % 33’ten % 30’a düştü, bu çok önemli bir düşüş değilmiş gibi görüyoruz. Aslında biz yaptığımız düzenleme ile kurum kazançları üzerindeki vergi yükünü % 65’lerden % 45’lere çektik. Aslında bu çok önemli bir indirim. Sayın Bakan da belirttiler, bununla beraber sermayeye eklenmesi durumunda verginin hiç alınmaması, gerçek kişi nezdinde verginin hiç yapılmaması çok daha ekstra bir avantajı ortaya koyuyor. Olaya bu açıdan baktığımızda, gerçekte biz kurum kazançlarının vergilendirilmesinde önemli bir aşama kaydettik, oran indirimi veyahut da kurum kazancı üzerindeki vergi yükü bakımından. Bu yeterli mi? Civar ülkelere bakarak veya Avrupa Birliğine yeni girmiş üye ülkelere bakarak bir değerlendirme yaptığımızda yeterli olamadığı görünüyor. Yeni Avrupa Birliği üyesi ülkelerdeki Kurumlar Vergisi Oranı % 15’lerle % 20 arasında bir seyir izliyor. Yüksek oranlarda var, Malta’daki gibi % 35’lerde olan oranlar da var ama geneline baktığımızda, büyük çoğunluğunda Kurumlar Vergisi Oranının düşük olduğunu görüyoruz. Efektif Ortalama Kurumlar Vergisi Oranının da bu ülkelerde düşük olduğunu görüyoruz. Çünkü bu oranı da büyük ölçüde, % 80 - 90 oranında, belirleyen mevcut Kurumlar Vergisi. Bu ülkelere baktığımızda çok önemli bir vergi avantajını görmüyoruz. Vergi avantajları var ama asıl vergi avantajı, vergi oranında indirim sağlamak şeklinde yapılmış.

 

Sayın Bakanımız da açıkladı, bizim hedefimiz de vergi oranlarını mümkün olabildiğince aşağıya çekerek, Efektif Vergi Oranını da düşürmek. Bu yöndeki çalışmalarımız devam ediyor. Diğer ülkelerin bu yönde yapmış oldukları çalışmalardan, bu yöndeki kararlarından da yararlanmaya çalışıyoruz. Yine bu kurum kazançları vergilendirilmesiyle paralel olan diğer bir konu yatırım indirimi meselesi idi. Yatırım indiriminde, yüksek birden fazla yatırım indirimi oranı vardı. Karmaşık bir sistem vardı. Yatırım Teşvik Belgesi alınma zorunluluğu vardı ve yatırım indiriminden yararlanabilmek için bir sürü prosedür gerekiyordu. Şu anda sistem oldukça basitleştirilmiş durumda. Her ne kadar oranı aşağıya çekmiş olsak bile, yatırım indirimi istisnasından yararlanan kurum kazancı dağıtılmasa dahi % 20 gibi bir vergiye tabi tutuluyorken, şimdi ancak dağıtılması durumunda % 10 vergi kesintisine tabi tutulmakta. Bu da önemli bir gelişme. Hatta, bu yatırım indirimi istisnasından yararlanan kazancı kurum sermayesine eklemesi durumunda hiç vergi almıyorsunuz. Hem istisnayı sağlıyorsunuz, hem kurumlar vergisini almıyorsunuz, hem de gerçek kişi nezdinde hiç vergilendirme yapmıyorsunuz. Tamamen vergisiz bir imkan sağlamış oluyorsunuz.

 

Adnan Nas Üstat gayet haklı olarak belirtti. Türk Ekonomisi dışarıya açılmış olmasına rağmen Türk Vergi Sisteminde, gerek yurtdışından elde edilen kazançların vergilendirilmesinde gerekse Türkiye’de özellikle şube niteliğinde yapılan yatırımların vergilendirilmesinde, Kurumlar Vergisi Kanunu çıktığından bu yana hiçbir önemli değişiklik yapılmamış durumda. Bunun yarattığı çok önemli sıkıntılar var. Bu sıkıntıların başında da özellikle Türkiye’deki kurumların yurtdışında yapmış oldukları yatırımlardan elde ettikleri kâr paylarının Türkiye’de vergiye tabi tutularak çok aşırı bir ekonomik çifte vergilendirme sorununun ortaya çıkmasıydı. Belki örnekle ifade edersem çok daha çarpıcı olacak; yurtdışında 100 kazanç elde edilmesi durumunda, diyelim ki % 30 kurumlar vergisi olan bir ülkede, 30 kurumlar vergisi ödeniyordu. Varsayalım yine o ülkede o kazanç kâr payı olarak dağıtılması durumunda % 10 gibi bir vergi stopajı vardı. O kazanç Türkiye’ye geldiğinde, Türkiye’de tekrar aynı kazancı biz bir kez daha kurumlar vergisine tabi tutuyorduk. Kurumlar vergisine tabi tutulduktan sonra arta kalan kazancın dağıtılıp gerçek kişinin eline geçmesi durumunda bir stopaj yapıyorduk. Gerçek kişinin eline geçtikten sonra o kişi beyan ederek, o kazanç üzerinden tekrar bir vergi hesaplayıp stopaj yoluyla ödenen vergiden mahsup ederek nihayete ulaşıyordu. Bu zincir içersinde baktığımızda önemli bir vergi yükü oluşuyor. Yurtdışındaki kazanç Türkiye’de gerçek kişinin eline ulaştığı aşamada 100’den 30 gibi bir rakama iniyordu. Kazanç 100’den 30’a iniyordu. Geriye kalanın hepsi her iki ülkede vergi olarak ödeniyordu. İnanılmaz bir çifte vergilendirme sorunu vardı. Bu sadece Türkiye’deki yatırımcıların yurtdışından elde ettikleri kazançlar bakımından sorun yaratmıyordu, aynı zamanda yabancı yatırımcılar Türkiye üzerinden, Türkiye’nin etkinlik alanı içersinde, Türkiye’nin sıkı bağları olan diğer ülkelere yatırım yapmak istediklerinde çok daha büyük bir engel olarak ortaya çıkıyordu. Çünkü Türkiye’yi araya koymanız durumunda, bir vergilendirme aşamasını daha araya koymanız gibi bir sorunla karşı karşıya kalıyordunuz. Bu vergi yükünü inanılmaz derecede daha da arttırıyordu. Biz son yapmış olduğumuz düzenlemelerle bu aşırı ekonomik çifte vergilendirmeyi önlemeye çalıştık.

 

Yaptığımız şey, Türkiye’deki kurumların yurtdışından elde edecekleri kâr paylarını Türkiye’ye getirmeleri durumunda, Türkiye’de bazı koşulların yerine getirilmiş olması kaydıyla tekrar vergiye tabi tutulmasını engellemekten ibaret. Bu koşullar neler, neden bu koşullara ihtiyaç duyuluyor, öncelikle onu belirtmek lazım. Bu türden pasif gelirlerin vergilendirilmesinde dikkatli olmazsanız, her zaman bir vergi planlaması imkanı yaratmak durumuyla karşı karşıya kalırsınız. Bir de aynı zamanda, Türkiye sermaye ihtiyacı olan bir ülke. Türkiye’den vergisel anlamda daha avantajlı imkanlar sağlayan ülkelerden gelecek olan kâr paylarını, her hangi bir koşul aramaksızın vergiden istisna etmeniz durumunda, otomatik olarak kendi yatırımcılarınızı dışarıya yönlendirmiş oluyorsunuz. Bu konuda bizim hedefimiz tamamen nötr kalabilmek, yani o kazancın orada veya burada belirli bir vergi yükü taşıyarak gelmesini sağlamaktan ibaret. Böylesine bir vergi yükü olmadığı zaman diğer ülkenin sağlayacağı her avantaj, o kazanç Türkiye’ye döndüğünde tekrar vergilendirilmeyeceği için Türkiye’den önemli bir yatırımın dışarıya kayması sonucunu doğurabileceği endişesinden hareket ettik. Burada o koşulların neler olduğunu teker teker saymak istemem ama belli başlı koşullar; öncelikle yurtdışından gelen kâr payının, dağıtıldığı kurum kazancı üzerinde, belirli bir vergi yükünün olması şartını aradık. Aradığımız oran % 20 gibi bir vergi yükünün olmasıydı. Eğer daha düşük bir vergi yükü taşıyorsa bile kısmi istisna sağlama imkanını getirdik. Eğer % 15’e kadar bir vergi yükü taşıyorsa gelen kâr payının 2/3’ünü, % 10’a kadar olursa 1/3’ünü istisna ediyoruz. Dolayısıyla orada da öyle bir imkan var.

Diğer önemli bir şart, önemli koşul; yurtdışındaki kuruma katılımın belirli bir oranda olması. Koyduğumuz oran % 25. Bu oranda bizim hedefimiz, portföy yatırımlarından ziyade, daha çok doğrudan yatırımlarla ilgili olarak gelecek kâr paylarında istisnayı sağlamak. % 25 oranı da doğrudan yatırımlar bakımından genel kabul görmüş bir oran. Son dönemlerde bir takım değişiklikler var, onun farkındayız ama şu ilk aşamada, sistemin de iyi işleyebilmesi için, oranın yüksek tutulmasının daha uygun olacağını düşündük. Bu oranın belirli bir süreyle devam ettirilmesi gerekiyor. En az kâr payının dağıtılmasından önceki 2 yıllık bir süre içersinde bu iştiraklerin elde bulundurulmuş olması gerekiyor. Benzer düzenlemeyi şube kazançları için de yaptık. Vergi sistemimizde genellikle, gerek yurtdışından gelen firmaların Türkiye’deki subsidiary gerek şube olarak örgütlenmeleri durumunda uyguladığımız vergilendirme rejimi her ikisi için de aynı oluyor. Türkiye’den yurtdışına gidecek olan yatırımlar bakımından da aynı sistematiği öngörerek, kâr paylarına öngördüğümüz sistemin benzerini şube kazançları için de getirdik. Şube kazançlarını da, benzer ve hemen hemen aynı şartlarla Türkiye’ye getirilmesi durumunda, Türkiye’de vergiden istisna etmeyi hedefledik. Tüm bunların yanı sıra da, daha önce de belirttiğim gibi, diğer ülkelerden gelip Türkiye üzerinden başka ülkelere yatırım yapacak olan kurumların Türkiye’de tekrar vergiye tabi tutulmasını engelleyecek düzenlemeyi de yaptık. Bu düzenleme, az önce söylediğim, yurtdışı kâr paylarının vergilendirilmesiyle paralel bir düzenleme. Hemen hemen aynı koşulları, aynı şartları içeriyor. Ancak burada bir farklılık var; yurtdışında elde edilen kâr payı Türkiye’ye gelip Türkiye’den tekrar ana ülkeye aktarıldığında uygulamakta olduğumuz stopaj oranını % 5’le sınırladık. Dolayısıyla, o kurumların Türkiye üzerinden geçirerek ana ülkeye ulaştırdıkları kazançlarının Türkiye’deki vergilendirilmesini % 5’le sınırladık. Kurum kazançlarının üzerindeki çifte vergilendirmeyi önlemeye yönelik olarak yapmış olduklarımız bundan ibaret.

 

Diğer bir önemli konu; vergi sisteminin, özellikle doğrudan yatırım yapan yabancı kurumların sermayelerinin vergiye yenik düşmesini önleyecek mekanizmalarının bulunmaması. Kısmen de olsa daha önceki sistem içersinde enflasyon arındırması niteliğinde düzenlemelerimiz vardı. Ama genel itibariyle bir enflasyon muhasebesine geçmiş olmamız yabancı yatırımlar açısından çok önemli. Buna aslında çok fazla değinmeye gerek yok, çok geniş kapsamlı bilinen bir konu. Ama bununla paralel olarak, çok fazla bilinmeyen konu ise defter tutmayla ilgili, defterin döviz olarak tutulabilmesiyle ilgili olarak yapmış olduğumuz düzenlemeler. Şu anda, bir takım koşullarla Türkiye’deki şirketlerin döviz olarak defterlerini tutmaları mümkün olabilecek durumda. Bu da şu anlama geliyor; enflasyon muhasebesinin olmadığı bir ortamda dahi, enflasyon olmadığı bir döviz kuru üzerinden tutulacak bir muhasebeyle enflasyon muhasebesini belki de sürekli hale getiriyorsunuz. Kanuna bunun için konulan şart, aslında çok da önemli şartlar yok, öncelikle Türkiye’deki şirketin ödenmiş sermayesinin 100 milyon ABD doları olması gerekiyor ve en az % 40’ının ikametgahı Türkiye’de bulunmayanlar tarafından elde bulunduruluyor olması gerekiyor. Burada otomatik olarak bu imkan sağlanmıyor ancak Bakanlar Kurulunun karar vermesiyle bu şekilde muhasebe tutma imkanı sağlanıyor. Bakanlar Kuruluna da bu konuda farklı oranlar, farklı nispetler tespit etme konusunda da yetki verilmiş durumda.

 

Diğer önemli bir konu, Adnan Nas Üstat belirtmişti, araştırma-geliştirme harcamalarıyla ilgili olarak son dönemde yapmış olduğumuz düzenleme. Vergi sistemimiz içersinde araştırma-geliştirme harcamalarıyla ilgili olarak aslında bir takım teşvik denebilecek unsurlar vardı. Bunlar daha çok ödenmesi gerek verginin ertelenmesine yönelik düzenlemelerdi. Bunu tamamen kaldırarak, bunun yerine yapılan araştırma-geliştirme harcamasının belirli bir tutarının indirimine imkan sağlayacak bir düzenleme getirmiş durumdayız. Bu da aslında önemli bir teşvik unsuru. Araştırma-geliştirme tutarının % 40’ının indirim olarak kabul edilmesi şu anda mümkün bulunmakta. Az önce kurum kazancının vergilendirilmesinden söz ederken, kurum kazancı üzerindeki vergi yükünden söz ettik. Yabancılar bakımından kurum kazancı üzerindeki vergi yükü, bildiğiniz gibi sadece kurumlar vergisinden ibaret değil, aynı zamanda nihai vergilendirme niteliğinde bir vergi kesintisi yapıyoruz, o kazanç kâr payı olarak dağıtıma tabi tutulduğunda. Bizim burada çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarımız devreye girmekte. Bugüne kadar yapmış olduğumuz çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarında, özellikle gelişmiş ülkelerle yapmış olduğumuz vergi anlaşmalarında, kâr payı vergilendirmesinde kaynak ülkeye, yani kâr payının kaynaklandığı ülkeye yüksek vergilendirme hakkı veren anlaşma hükümleri kabul etmişiz. Anlaşma politikamız hep bu şekilde oluşmuş. Son dönemde yaptığımız anlaşmalarda bu politikayı biraz değiştirdik. Kâr payı vergilendirmesinde kaynak ülke vergilendirmesini ön planda tutmak yerine, kâr payını veya kazancı elde eden uluslararası yatırımcının üzerindeki vergi yükünü aşağıya çekebilecek nitelikte düzenlemeleri hedeflemeye başladık.

 

Yapmak istediğimiz, yapmaya çalıştığımız anlaşma müzakerelerinde; eğer Türkiye’den elde edilecek olan kâr payı gideceği ana ülkede vergiden istisna edilecek ise o zaman biz buradaki kaynak ülke vergi oranını düşük tutabiliriz. Bu yönde politika değişikliğinden sonra da sonuçlandırdığımız anlaşmalar var. Bu anlaşmalardan en önemlisi İspanya Anlaşması, şu anda da yürürlüğe giren anlaşma. İspanya Anlaşmasından sonra müzakeresini yaptığımız bir çok anlaşmada da aynı yönde hükümleri koymaya çalıştık ve koyduk da. İstisna imkanı istemeyen ülkeler de var. Özellikle vergi planlaması endişelerinden hareketle böylesine hükümleri koymak istemeyen ülkeler de var. O durumdaki politikamız da şu; madem ki burada ödenecek olan vergilere sen orada mahsup imkanı veriyorsun, o zaman burada düşük vergi almak gibi bir durum söz konusu olmaz, daha yüksek bir vergi oranı olur. Yani mükellefe kalmayacak olan, yatırımcıya kalmayacak olan bir avantajı diğer ülkeye aktarılmasını da kabul etmiyoruz. Anlaşma politikamızı bu yönde değiştirmiş durumdayız. Bu aslında önemli bir gelişme. İspanya Anlaşmasında da gördük. Bundan sonraki anlaşmalarımızda da aynı politikayı devam ettireceğiz.

 

Şimdi bunlar yapmış olduğumuz şeyler. Tabi aksayan başka unsurlar da var. Onların neler olduğundan da kısaca bahsetmek istiyorum. Yabancı yatırımcı kurumların Türkiye’deki şubeleri veya yavru şirketleri için ana merkez veya bu amaçla kurulmuş başka kurumlar aracılığıyla yapmış oldukları giderlerin, Türkiye’de vergiye tabi kazançtan indirimine yönelik olarak önemli sıkıntılar var. “Cost a location” dediğimiz konu. Bu konuda iç mevzuatımız maalesef çok net değil. Dağıtım anahtarlarının uygulanarak bu türden maliyetlerin dağıtılıp dağıtılamayacağı, buna iç mevzuatın izin verip vermediği konusunda tereddütler var. Bu tereddütleri gidermeye yönelik olarak, diğer ülkelerin de bu türden “cost a location” imkanını nasıl sağladıklarına da bakarak, burada da bir takım düzenlemeler yapmayı düşünüyoruz ve üzerinde çalışıyoruz.

 

Diğer önemli bir konu, Türk Vergi Mevzuatının aksayan ve mükellefle idare arasında önemli ihtilaflara yol açan unsuru Örtülü Kazanç Dağıtımı Müessesesi. Bu konu belki içerde bir ölçüde de olsa işlerlik kazanabiliyor, ancak uluslararası boyut işin içersine girdiğinde Türkiye’deki Örtülü Kazanç Müessesesi çok fazla sonuç yaratmıyor. Türkiye OECD de belki de Avrupa’da transfer fiyatlandırma sistematiğine sahip olmayan nadir ülkelerden birisi. Bu konuda çalışmalarımız devam ediyor. OECD’nin transfer fiyatlandırması ile ilgili rehberini esas alarak, bir transfer fiyatlandırma sistemi oluşturma konusunda son aşamaya geldiğimizi söyleyebilirim. Çalışmalarımız önemli bir mesafe kaydetmiş durumda. Buna paralel olarak diğer önemli bir sıkıntı, Örtülü Sermaye konusu. Örtülü Sermaye gerçekten çok önemli ihtilaflar yaratıyor. Belki kabul etmek gerekiyor, çoğu zaman ihtilaflarda vergi dairesi çok da başarılı olmuyor, çoğu zaman da kaybediyor. Bu, biraz da vergi sisteminin orada net olmamasından kaynaklanıyor. Ona bir netlik kazandırmayı düşünüyoruz. Netlikten anlatmak istediğim şu; borç öz kaynak oranını belirlemeyi hedefliyoruz. Diğer ülkelerin bu konudaki deneyimlerini de dikkate alarak, sabit bir oran koyup, o oranı esas alarak Örtülü Sermayenin varlığını veya yokluğunu tespit etmeyi hedefliyoruz. Bunlar daha çok doğrudan yatırımlarla ilgili unsurlar.

 

Bir de portföy yatırımlarının Türkiye’de vergilendirilmesi önemli sorunlar yaratıyor. Orada özellikle yabancı gerçek kişi, gerçek kişiden Türkiye’de çok fazla portföy yatırımı olmayabilir ama yabancı kurumsal yatırımcıların Türkiye’deki yatırımlarının vergilendirilme mekanizması önemli sıkıntılar yaratıyor. Özel beyan, münferit beyan, bu türden mekanizma aslında çok fazla verim de doğurmuyor, çok fazla vergilendirme imkanı da sağlamıyor. Tam aksine vergilendirme bakımından çok negatif bir görüntü yaratıyor. Çok daha otomatik işleyebilecek mekanizmalar üzerinde duruyoruz. Orada kazancın tamamen vergilendirilmemesi gibi bir amaçtan hareket etmiyoruz ama nasıl daha verimli ve daha iyi bir şekilde, daha iyi bir mekanizma ile bu vergiyi alabiliriz diye düşünüyoruz ve bu konudaki çalışmalarımız da aslında epey ilerlemiş durumda. Vergi Konseyinin bu konudaki çalışmalarından da yararlanıyoruz. Benim esas itibariyle söyleyeceklerim bunlar. Adnan Nas Üstat bazı müesseselerden söz etti. O müesseselerle ilgili çalışmalarımız var mı? Üstadın belirtmediği konular belki konsolidasyonlar, konsolidasyonları esas alarak vergilendirme. Bu türden konular üzerinde şu aşamada çok spesifik çalışmamız olduğunu söyleyemem. Ama her zaman Türk Vergi Sisteminde bu türden müesseselerin olması gerektiği yönünde düşüncelerimiz var. Ona yönelik çalışmalarımız da olacak. Osman Arıoğlu Üstat az önce belirtti, Türk Vergi Sistemini yeni baştan ele alıp, daha basit bir sistem, daha iyi çalışan, daha iyi mekanizmaları olan bir sistem yaratmayı hedefliyoruz. Bu çerçevede, bu türden sistemleri de düşünerek Türk Vergi Sistemi içersinde yer almalarını sağlayacağız. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

 

Osman Arıoğlu, Gelirler Genel Müdürü / Panel Başkanı

 

Sayın Bülent Taş’a bu özlü açıklamaları için teşekkür ediyoruz. Ben açıklamalarda birkaç konunun altını çizmek istiyorum. Özellikle yurtdışı kurum kazançlarının Türkiye’de istisna hale getirilmesi konusu gerçekten son derece önemli bir konu. Biliyorsunuz bunun ilk adımını yurtdışı inşaat kazançları ile yapmıştık. İnşaat onarım kazançlarında geçici olan bir hükmü daha sonra kalıcı hale getirmiştik. Fakat daha sonra, esas olan kurumlar vergisi anlamındaki çifte vergilendirmeyi önleme anlamında bazı ülkelerde istisna, bazı ülkelerde de indirim modeli dediğimiz bir model uygulanıyordu. Biz burada ülkemiz açısından yurtdışındaki kazancın tespitindeki zorlukları dikkate alarak, bizim açımızdan da uygun olacağını düşünerek böyle bir modeli, özellikle yabancı yatırımcılar açısından son derece önemli böyle bir modeli de getirmiş olduk.

 

Bir başka konu hepimizin çok önemsediği Ar-Ge  konusu. Ar-Ge ile ilgili yaptıklarımızı Sayın Taş ifade ettiler. Ar-Ge konusunda benim, hükümetin özellikle Ar-Ge’ye verdiği önemi vurgulama bakımından, hatırlatmak istediğim bir şey daha var. 2005 bütçesinde, sadece 450 trilyon TÜBİTAK bütçesine Ar-Ge için ayrılmıştır. Bu gerçekten Türkiye bakımından tarihi bir karar ve tarihi bir adımdır. Sadece Ar-Ge için bütçeden 450 trilyonluk bir kaynağın ayrılması söz konusudur. Bunun dışında, bizim ayrıca Ar-Ge konusundaki neler yapabiliriz yönündeki çalışmamız da devam ediyor. Zaten 2005 yılı içerisinde bazı müesseseleri daha köklü bir şekilde yeniden düzenlediğimizi de gene hep beraber göreceğiz. Ben şimdi konuya özellikle hem özel sektördeki denetim cephesinden, hem de özel sektör cephesinden nasıl bakıyoruz, neler görüyoruz, onu anlatmak üzere sözü Sayın Kadir Baş’a bırakıyorum. Buyurun Sayın Baş.

 

Kadir Baş, PricewaterhouseCoopers Ortağı / Panel Konuşmacısı

 

Teşekkür ederim Sayın Başkan. Değerli katılımcılar bu saatte çok fazla vaktinizi almak istemiyorum. Fakat biliyorsunuz, Sayın Maliye Bakanlığı bürokratlarının ve politikacılarımızın yaptığı girişimler çerçevesinde “Hollanda modeli geliyor. Türkiye artık holding modeline geçiyor” gibi basında gördüğümüz yansımalar aslında bir nebze doğruyu yansıtıyor. Türkiye’de önemli bir adım atıldı, çağdaş vergi tekniklerinden birisi Türkiye’ye getirildi. Biraz sonra bahsedeceğim bazı eksikleri var ama bu bana göre ileriye atılmış cesur adımlardan birisiydi. Bu anlamda, emeği geçenleri kutlamak istiyorum. Kısaca Hollanda modelinin ne olduğu üzerinden geçmek istiyorum. Uluslararası uygulamaları görürsek, Türkiye’de yeni başlamış olan uygulamayı değerlendirmek ve olumlu katkılarda bulunmak daha kolay olur diye düşünüyorum. Bilindiği üzere, Hollanda modeli ya da Hollanda Holding Şirketi Rejimi en eski ve en çok test edilmiş, en çok kullanılan modellerden birisi. Bunun belli başlı bir takım dayanakları var. Bunlar neler; istikrarlı ekonomi, etkin bir ticari ve finansal altyapı, düşük temettü stopajına yol açan yaygın bir uluslararası ikili vergi anlaşma network’ü, Avrupa Birliği üyeliği, şartları taşıyan iştirakler için temettülerde ve değer artış kazançlarında tam istisna var; ayrıca Hollanda’da faiz ve lisans ödemelerinde stopaj yok.

 

Hollanda’nın, bilindiği üzere, ticari mantalitesi çok yüksek, ileriye dönük düşünmüş ve kendi çıkarları doğrultusunda daha ziyade faiz ve temettüler üzerinde düşük oranlı stopajı öngören, çok sayıda ülkeyle vergi anlaşmasına girmiş. Onun nimetlerini de bugün görüyor. Hollanda iştirak kazançları istisnasından yararlanmak için ilk şart minimum % 5 hisseye sahip olmak. Diğer bir şart, iştirak edilen şirketin sermayesinin paylara bölünmüş olması. Buna ilave olarak, ayrıca iştirak edilen şirketteki hisselerin bir stok, ‘inventory’ olarak tutulmuyor olması lazım. Yurtdışı yabancı iştirakler açısından ilave şartlar var. Bunlar da; yurtdışı şirketin hisseleri portföy yatırımı olarak tutulmuyor olmalı ve iştirak edilen yurtdışı şirket bulunduğu ülkede kâr üzerinden vergiye tabi olmalı. Şimdi bu şartlara biraz bakacak olursak; minimum % 5 iştirak olmalı dedik. Bunun istisnaları var, çok ayrıntıya girmek istemiyorum. İştirak edilen şirketteki hisse oranı % 5’in altında bile olsa, o şirket ana şirketin faaliyetini yapması için çok gerekli ise, onunla aynı işi yapıyor ve aralarında iş anlamında bir bağlantı var ise yine iştirak kazançları istisnası uygulanabiliyor. Görüldüğü gibi çok katı bir sistem değil, esneklikleri olan bir sistem. % 5’in altında iştirak olsa bile, eğer tam bir portföy yatırımı değilse, pasif bir yatırım değilse yine de iştirak kazançları istisnasından yararlanmak mümkün.

İştirak edilen şirketin sermayesinin paylara bölünmüş olması ne demek? Birkaç tane şart var, onlar gerçekleşiyorsa bu şart sağlanmış sayılıyor. Bunlardan bir tanesi, şirket mukimi olduğu ülke mevzuatı uyarınca tüzel kişi olacak, şirketin sermayesi ortaklarının mal varlığından ayrılmış olacak, ortaklar şirketin borçlarından şahsi mal varlıklarıyla sorumlu olmayacaklar, ortaklık hisselerinin kısmen devri mümkün olacak, kâr dağıtımı ortakların kararına bağlı olacak. Diğer bir şart, hisseler stok olarak, ‘inventory’ olarak elde tutulmuyor olacak. Bu ne demek? İştirak edilen şirket ‘cash-box’ dediğimiz aktif faaliyette bulunmayan bir şirket olmayacak. Eğer iştirak edilen şirket ‘cashbox’ dediğimiz, çok aktif olmayan şirket olsa bile belli şartların varlığı halinde, eğer hisseler 1 yıldan uzun süre tutuluyorsa, yine de istisnadan yararlanmak mümkün. Bunu özellikle söylüyorum, sistem esnekliği olan bir sistem. Yani şartlar var ama şartların  istisna ları da var. Şartlardan bir tanesi de, portföy yatırımı olmamasıydı. Buna yakından baktığımız zaman görüyoruz ki, yabancı iştirak ile Hollanda’daki ana holding şirketi veya holding şirketi arasında bir iş ilişkisi, iş bağlantısı var ise o zaman bu şart sağlanmış sayılıyor.

 

Ayrıca bildiğimiz üzere, Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanan ana şirket-bağlı şirket direktifine göre, belli şartların varlığı halinde, dağıtılan temettüler açısından iştirak kazançları istisnasından yararlanmak mümkün. O genel bir kural, Avrupa Birliği uygulaması. Hollanda modelinde diğer bir şart, yabancı iştirakin bulunduğu ülkede kazanç üzerinden alınan vergiye tabi olması. Şimdi burada Türkiye modeli ile Hollanda modelini karşılaştırırken, kazanç üzerinden alınan bir vergiye tabi olmalı ama bunun bir oran sınırlaması yok. Önemli olan kazanç üzerinden alınan bir vergiye tabi olması lazım ve kârla ilişkili bir vergi olması lazım. Verginin de merkezi hükümet tarafından alınan bir vergi olması lazım. Yerel yönetimler tarafından alınan vergiler bu amaç için genellikle yeterli kabul edilmiyor. Peki bu saydığımız şartlar var ise ve iştirak kazançları istisnası uygulanıyor ise sonucu ne olur? Çok basit. İki temel sonucu var. İştirak nedeniyle elde edilen temettüler ve iştiraki oluşturan, temelini oluşturan hisselerin satımından kaynaklanan değer artışı kazançları Hollanda’da kurumlar vergisinden istisna. Bu olumlu yönü. Olumsuz yönü de şu; bununla ilgili giderlerin esas olarak indirilmesi mümkün değil. Bunlar; bu iştirak nedeniyle oluşan değer kaybı ya da diğer zararlar ya da iştirak kazançları istisnasından yararlanan yatırımlarda bununla ilgili oluşan finansman ve diğer giderler. Bunlar doğal olarak vergi matrahından indirilemiyor. Çünkü bizde de temel esaslardan birisidir. Eğer bir gelir vergiden istisna ise onunla ilgili giderler de vergi matrahından indirilemez.

 

Burada kısaca ‘Hollanda Özelge’ ya da ‘Mukteza’ ya da ‘Advance Ruling’ sisteminden bahsetmek istiyorum. Çünkü bunlar önemli. İştirak kazançları istisnasını tamamlayan, bütünleyen bir uygulama. Buna göre, eğer iştirak kazançları istisnasının uygulanması ile ilgili bir tereddüt var ise Hollanda Mali İdaresine, Gelir İdaresine başvurarak önceden konfürmasyon, ön onay alma imkanı var. Gidiyorsunuz, bütün şartları açıklıyorsunuz, “Ben böyle böyle yapacağım, şöyle bir ana şirketim olacak, şurada bir iştirakim olacak, şu işleri yapacağım” diyorsunuz ve buna dayalı olarak bir ‘mukteza’ alıyorsunuz. Size “Tamam, bu şartların varlığı halinde iştirak kazançları istisnasından yararlanırsınız” diyorlar. Bunun bir görüş bildirmeden farkı var. Bu bir senet gibi. O şartların devam etmesi halinde siz iştirak kazançları istisnasından yararlanabiliyorsunuz. Bu bir ön onay, ön izin verme. Bizdekinden biraz farklı, birazdan değineceğim. Aslında iştirak kazançları istisnası kanuna göre uygulanan otomatik bir süreç. Her hangi bir izin, onay gerekmiyor ama şüpheniz var ise gidip onay almanız yararlı oluyor. Bu bir tür senet, Hollandalı meslektaşlarımız ona senet diyorlar, almanız önemli. Sonradan bir sorunla karşılaşmamak için, ama bunun da belli şartları var. Bir kere, içinde bulunulan koşulları tüm açıklığıyla açıklamanız gerekiyor. Eğer şartları tam olarak açıklamazsanız, bir şeyleri saklarsanız, o zaman iştirak kazançları istisnasından yararlanmama riskiniz doğabiliyor.

 

Diğer şartlardan bir tanesi, yabancı iştiraki yatırımın en az % 15 kaynakla finanse edilmesi şartı. Özelge, ‘Advance Ruling’ dediğimiz ön izinler genellikle belli bir süre için veriliyor. Bu da genel uygulamada 4 yıllık bir süre ama şartlarda ya da mevzuatta bir değişiklik yok ise, bu süre uzatılabiliyor. Bir şey daha var, burada ona da değinmek istiyorum. Bu önemli bir şey, üstatlarımızın da dikkatine sunmak istiyorum. Türkiye’de, malumunuz olduğu üzere, vergi mevzuatı çok sık değişiyor. Dinamik bir ülkede bu normal karşılanabilir ama yatırımcı açısından baktığımızda, yatırımcı önünü net görebilmek istiyor. Yatırıma başlarken fizibilite çalışması yapıyor. Dolayısıyla ani değişiklikler onlar için çok sıkıntılı. Hollanda’da da diğer gelişmiş ekonomilerde de, ülkelerde de ‘grandfathering’ dediğimiz bir geçiş süreci uygulaması var. O da şu demek; siz mevcut bir mevzuata güvenerek bir yatırım yaptınız, hatta Hollanda’da olduğu gibi bir mukteza aldınız, izin aldınız, eğer mevzuat değişirse ki değişebilir, en azından 2 yıllık bir süre için siz eski mevzuata tabi olabiliyorsunuz. Yeni mevzuata, yeni değişikliklere uyum sağlamak için size bir süre tanınıyor, bu da en az 2 yıl oluyor. Dolayısıyla o arada ev ödevinizi yapabiliyorsunuz. Keşke Türkiye’de de bu kavram yerleşse, bunu hakikaten istiyoruz, diliyoruz.

 

Gelişen şartlarda mevzuat değişebilir, doğaldır ama yatırımcı da kendisine bir geçiş süreci tanınmasını, hazırlık süresi tanınmasını ister. O da son derece haklıdır. Şimdi, Hollanda modelini böyle kısaca özetledikten sonra, bir eski, bir yeni modeli daha bir tablo olarak vermek istiyorum.

 

Lüksembourg nispeten eskiden beri holding şirketi rejimi açısından ünlü bir ülke. Ayrıca İspanya yıldızı yeni parlayan bir ülke. O da son zamanlarda bu amaçla çok sık kullanılan Hollanda’nın tahtını sarsmaya aday bir ülke. Gördüğünüz tabloda bir karşılaştırma yer alıyor. Kısaca bakacak olursak, ortak açısından iştirak edilen şirketin statüsü, demin Hollanda da sermayesi paylara bölünmüş bir şirket olmalı demiştik, İspanya’da böyle bir şart yok. Lüksembourg’da ise genel olarak vergiye tabi bir şirket olması lazım. Şirketin spesifik, hukuki türü konusunda bir belirleme yok. Sadece stok olarak, ‘inventory’ olarak elde tutulmamalı, o şart var demiştik. İspanya’da bir şart var; minimum 12 aylık elde tutma süresi var. Ama temettü açısından “Ben bu süreye uyacağım” şeklinde bir taahhütte kabul görüyor. Biz de 2 yıllık süre uzun gibi görünüyor. Uzun bile olsa en azından şu olmalı; “Ben taahhüt ediyorum bu süreyi tamamlayacağım. Dolayısıyla benden vergi almayın, erteleyin” diyen bir mükellefe belki bu imkanı vermek lazım diye düşünüyorum. Lüksembourg’a geldiğimiz zaman, orda da 12 aylık bir süre var, yine taahhüt kabul ediliyor. Asgari iştirak oranına baktığımız zaman Hollanda’da % 5. Bunun istisnaları da var. Az önce söylemiştim. İspanya’ya baktığımız zaman, yine dolaylı ya da dolaysız % 5 asgari iştirak oranı veya 6 milyon Euro yatırımda bulunma şartı var. Ya minimum % 5’e sahip olacaksınız ya da bir şirkete minimum 6 milyon Euro yatırım yapıyor olacaksınız. O şartlarla bu iştirak kazançları istisnasından yararlanabiliyorsunuz. Lüksembourg’daki şart en az % 10 veya 1.2 milyon Euro yatırım şartı. Bu temettülerde kazançta istisna ile ilgili. Eğer değer artışı kazancında bir istisna öngörülüyor ise minimum 6 milyon Euro yatırım yapma şartı var.

İştirak edilen şirket açısından vergileme statüsüne baktığımız zaman. Daha önce söyledim, Hollanda açısından sadece kazanç üzerinden alınan vergiye tabi olmak yeterli, vergi oranı konusunda bir belirleme yok. İsterseniz % 1 vergiye tabi olun, o yeterli. İspanya’daki vergi yüküne benzer bir vergi yüküne tabi olmak lazım, iştirak edilen şirketin bulunduğu ülkede. Ama bunun bir istisnası var, o da şu; eğer bir ülkenin İspanya ile ikili vergi anlaşması var ise ve o vergi anlaşmasında bilgi değişimi maddesi var ise, isterse o ülkede vergi yükü % 1 olsun, o ülkedeki yatırımlar, iştirakler iştirak kazançları istisnasından yararlanabiliyor. Lüksembourg’a baktığımızda, bu Avrupa Birliği dışındaki ülkelerde, en az % 15 vergiye tabi olmayı gerektiriyor. Gelirin kaynağı açısından yani iştirakin elde ettiği gelirin niteliği açısından baktığımızda, İspanya’da % 85 oranında aktif ticaret veya üretimden kaynaklanan gelir şartı arandığını görüyoruz. Genel olarak Lüksembourg ve Hollanda’da böyle bir belirleme olmamakla birlikte yine de iştirak edilen, özellikle yabancı iştirakte, aktif ticaret veya üretim faaliyeti şartının arandığını görüyoruz. Orada da neyi kastediyorum? Özellikle Hollanda örneğinden, tecrübelerimden bildiğim şu; yurtdışındaki şirketin aktif olarak ticaret ve üretim yapıyor olması lazım, uygun bir iş yerinin olması lazım, sekreteriyle, ofis yöneticisiyle ve gerekli mobilya donatımı ile hakikaten varlığı olan, iş yapan bir şirket olması lazım. Sadece kağıt üzerinde bir şirket olmaması lazım.

 

Bu ülkelerde, örnek olarak aldığımız bu üç ülkede, iştirak kazançlarının istisnası kapsamında sağlanan yararlar neler, ona bakalım. İspanya, Hollanda ve Lüksembourg’da ve daha bir çok, holding rejimi konusunda ilerleme kaydetmiş ülkelerde gördüğümüz manzara şu; iştirak kazançları istisnası hem alınan temettü hem de iştirakin elden çıkarılmasından doğan değer artış kazancını kapsıyor. Burada bizde bir eksik var, biz bütün önermelere rağmen değer artışı kazancını dikkate almadık. Fakat bu çok önemli. Siz yatırım yaptığınız bir ülkede eğer geleceği parlak görüyorsanız, o amaçla yatırım yapıyorsanız, sizin en büyük geliriniz belki de o şirketi elden çıkarırsanız doğacak olan değer artış kazancı. Onun da vergi istisnasından yararlanması lazım. Diğer bir şey stopaj, dağıtılan gelir üzerinden alınan stopaj. Holding şirket anlamında söylüyorum. Hollanda’da genel oran % 25 ama vergi anlaşmalarıyla bu oranı çok düşürüyorlar, % 5 veya % 0, maksimum % 10 civarında. İspanya’da hakeza eğer dağıtılan kâr istisna edilmiş temettü ile değer artış kazançlarından oluşuyor ise oran % 0. Lüksembourg’da ise bu oran efektif olarak gene Avrupa Birliği’ne dağıtılıyorsa % 0. Genel oran % 20 ama o çok nadir uygulanan bir oran. Vergi anlaşmasıyla düşüyor.

 

Gelelim, çok kısa olarak, Türkiye uygulamasıyla uluslararası uygulamaların karşılaştırılmasına. Türkiye’de iştirak edilen şirket açısından çok büyük bir fark yok, anonim ya da limitet şirket olacak diyor. Hollanda’da sermayesi paylara bölünmüş olacak diyor. Biz iştirak, iştirak edilen şirketin sermayesinin en az % 25’i oranında olmalı diyoruz. Hollanda’da % 5. Burada oranın biraz yüksek olduğu tartışması var. Yurtdışı iştirak, iş merkezinin bulunduğu ülkede, Türkiye uygulamasına göre, minimum % 20 vergiye tabi olmalı diyoruz. Hollanda modelinde kâr üzerinden alınan vergiye tabi olmalı diyor ama oran konusunda bir belirleme yok. İsterse % 1 olsun. Burada, yeri gelmişken söyleyeyim, % 20 oran biraz yüksek görünüyor. Bu benim kişisel düşüncem ama ben sayın üstatlarımın yaklaşımını çok iyi anlıyorum, saygı da duyuyorum. Aslında Vergi Konseyi tartışmalarında bizzat ben de vardım, enine boyuna tartışıldığını biliyorum. Orada şu kaygı gündeme getirildi, ki son derece saygı duyuyorum, biz eğer bu oranı daha düşük belirlersek, Türk yatırımcıları, Türk sermayesi dışarı kaçar. İştirak kazançları istisnasından yararlanır, biz Türkiye’den sermaye kaçışına yol açarız. Bu endişeyi anlıyorum ama eğer amaç bu hükmü, Hollanda modelini Türk mevzuatına getirmekteki amaç, yabancı büyük yatırımcıların Türkiye’yi bölgesel bir holding merkezi olarak görmesiyse % 20 oran çok. Şu nedenle çok; Türkiye nereye bölgesel merkez olabilir, Orta Asya’ya, Balkanlar’a, Ortadoğu’ya. O ülkelerde vergi oranı genel olarak % 20’nin altında. Dolayısıyla eğer, o yatırımcı Türkiye’ye gelsin, Türkiye’de holding şirketi kursun, yatırım yapsın diyorsanız % 20 yüksek. Gidilen ülkede, iştirakin bulunduğu ülkede % 20 oranı yüksek.

 

Bir şey daha var, onu da söylemeden geçemeyeceğim, Türk yatırımcısı o ülkelerde, örneğin Bulgaristan’da, Romanya’da, buralarda kurumlar vergisi oranı % 20’nin altına düştü, yatırım yapmak istiyorsa bir yolunu zaten buluyor. Hiç değilse Hollanda üzerinden gidiyor. Bu hassas bir konu, bunun düşünülmesi lazım. 2 yıl elde tutma şartı, bu süre bana göre uzun. 1 yıla indirilmesinde yarar var. Demin Hollanda örneğinde gördük, hiç süre yok. İspanya ve Lüksembourg’da 12 ay süre var. 2 yıl devamlı elde tutma şartını aramak fiilen şu demek; yabancı yatırımcıya ‘sen gel yatırım yap, 2 sene bekle ondan sonra temettü dağıt.’ Fakat şirketlerin temettü dağıtımı çok farklı olabilir. Yani siz onu o kadar sıkıntıya sokmamalısınız diye düşünüyorum. Bu süreyi 1 yıl yapmakta ne sakınca var. Ya da, hadi diyelim 2 yıl olarak tuttuk, birinci yıl sonunda taahhüt alınarak ‘ben 2 yıl şartını sağlayacağım’ taahhüdüyle bu istisnadan yararlanılır, şart gerçekleşmezse vergi geri alınabilir. Bu düşünülmeli diye öneriyorum. Elde edilen iştirak gelirinin % 75’inin ticari - zirai serbest meslek kazancı olması öngörülüyor. Uluslararası anlaşmalarda genel olarak böyle bir oran limiti olmamakla birlikte iştirak edilen yabancı şirketin aktif bir şirket olması şartı var. Bunu böyle geniş kategoriler olarak tanımlamak yerine, aktif ticaret veya üretim faaliyeti olarak tanımlamak belki esneklik açısından daha iyi olabilir. Bir diğer şart da, iştirak kazancının dışardan istisnaya tabi tutulabilmesi için kazancın fiilen Türkiye’ye transferi, burada da kaygıyı anlıyorum ama, sorunlara yol açabilecek bir şey, özellikle yabancı sermayeli şirketler açısından. Genellikle kâr dağıtımı, nakit yönetimi merkezde belirlenir. Dolayısıyla siz istisnadan yararlanmak için fiilen kârın Türkiye’ye transferini isterseniz, ki isteyebilirsiniz, bu doğal hakkınızdır, sorun olabilir. Bir çok ülkede bu şart yok. Bunu iyi değerlendirmek lazım. Tahakkuk yoluyla dağıtmak da mümkün olabilir. Nakit hareketi çok kolay bir şey değildir. Bu konuda biraz daha dikkatli olmak lazım, daha esnek hale getirilmesi mümkün olabilir diye düşünüyorum.

 

Eğer amaç, ‘Türkiye’ye para girsin ve Türkiye’de bir süre kalsın’ ise bunu anlarım. Ama yeri gelmişken söyleyeyim, yabancı örneklerde genellikle ara dönem kâr dağıtımı var. Dolayısıyla, para gelse bile hemen akabinde 1-3 aylık periyotların sonunda kârın dağıtılma imkanı var. Dolayısıyla, nakit gelse bile hemen elden çıkması imkanı var. Orada biraz sıkıntı olabilir diye düşünüyorum. Şimdi, genel olarak burada bir tablo ortaya koyduk, bunun üzerinden tekrar geçiyorum, söylediklerimin özeti niteliğinde.

 

Değer artışı kazançları çok önemli, iştirak kazançları istisnasının temel bütünleyici parçalarından bir tanesi. Bunun mutlaka dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Eğer siz bunu koymazsanız, diğer söylediğim şeylerle birlikte, maalesef üzülerek söylüyorum, bu uygulama çok güzel, ileriye dönük olarak atılmış çok cesur bir adımdır, ama kendisinden beklenen faydayı tam olarak sağlamayabilir. Burada biraz dikkatli olmamız, tecrübeleri dikkate almamız lazım diye düşünüyorum. İlave bazı koşulların varlığı halinde, iştirak kazançları istisnasından yararlanan kazançların yabancı yatırımcılara dağıtılması halinde % 5 stopaj alıyoruz, bu güzel bir gelişme. Kanun maddesinde Bakanlar Kuruluna oranı sıfıra indirme yetkisi verilmiş, o da güzel bir gelişme. Üstelik bu vergi anlaşmalarından bağımsız olarak. Sadece genel olarak baktığımızda çok fazla şart var. Acaba diyorum, bu şartları bu kadar zorlamak yerine, vergi anlaşmalarında bundan sonra öneri olarak getirsek. Türkiye’den temettü dağıtımında, Türkiye’nin de artık özellikle hedeflediği bölgede, yani Ortadoğu, Orta Asya’da yatırımcı olduğu varsayımıyla biraz daha temettü vergilemelerinde oranı düşük tutabilir miyiz? Bunu deneyebilir miyiz? Bu konuda biraz tereddüdüm var ama denemeye değer diye düşünüyorum.

 

Holding şirketi rejimi önemlidir. Güzel bir adımdır, çağdaş bir konsepti Türkiye’ye getirmiştir. Türkiye bölgesel bir merkezdir, tarihi olarak böyledir. Bunun nimetlerinden yararlanmalıdır ama bazı şeylere dikkat edilmesi lazım. Ara dönem kâr dağıtımının sağlanması lazım, aksi taktirde istisna diye gelen kazanç 1 yıl Türkiye’de kalmak zorunda. Bunu yabancı yatırımcılara anlatmakta zorlanabiliriz. Örtülü sermaye kısıtlamaları hafifletilmeli, belirgin hale getirilmeli. Şu anda tam olarak oranı kimse bilmiyor ama ödenmiş sermayenin yarısını geçmemeli diye söylüyoruz. Avrupa Birliği ortalaması; grup şirketinden alınan borç 3 ise sermaye 1 olmalıdır. Grup şirketleri için vergi açısından konsolidasyon sağlanmalıdır. Önelge sistemi, Mukteza sistemi efektif hale getirilmeli, ön izin niteliği taşımalıdır deyip sözümü bitiriyorum. Teşekkür ederim.               

 

Osman Arıoğlu, Gelirler Genel Müdürü / Panel Başkanı

 

Sayın Kadir Baş’a teşekkür ediyorum. Şimdi ben, sadece bir iki hususun altını çizmek istiyorum. Bir defa, burada bir düzenleme yapılmışsa, ‘bu düzenleme şöyle olsaydı daha iyi olabilirdi’ şeklinde tartışabilmek ve böyle bir ortamda bulunmak, herhalde şu anda nerelere geldiğimizi, ne kadar mesafe aldığımızı göstermesi bakımından son derece anlamlı ve dikkate değer diyorum. Dolayısıyla, burada teknik önerilerin ayrıntısıyla vaktinizi almamak ve sabrınızı zorlamamak için girmiyorum. Sadece izin verirseniz, Vergi Konseyi Başkanımız Sayın Mustafa Uysal’a söz vereceğim. Buyurun Sayın Uysal.

 

Mustafa Uysal, Vergi Konseyi Başkanı

 

Teşekkür ederim. Sağ olsun Sayın Bakanımız bize 2 yıldır destek veriyorlar. Biz de bu destekten nasibimizi alarak koşturmaya çalışıyoruz. Bu saatlerde olduğu için rahat bir şekilde konuşalım. Sayın Bakan da bize gaz veriyor. Sayın Genel müdürümüz de bize biraz önce gaz verdi. 1 yıl içerisinde vergi kanunları yenilenecek diyor. Burada bir müddet sonra artık iş veren konumuna geldiği için Gelirler Genel Müdürlüğü, bize bir müddet sonra bunlar artık bürokrat oldu, bir yılda işi bitiremedi, diye hesap soracaklar. Öyle gözüküyor.

 

Efendim işin özü, hakikaten vergi rekabeti dünyada da artıyor. Bunu iyi algılamak lazım ve algılanmış durumda. Dolayısıyla aynı tüccar gibi davranmak lazım. Yani Gelirler Genel Müdürlüğündeki arkadaşlarımızın da tüccar gibi davranması lazım. Şimdi Hollanda modeli anlatıldı. Bu ne demektir? Bir ürün geliştirdiniz. Burada iş adamları var aramızda, bizler de iş hayatının içerisindeyiz. Bir ürünü ne için geliştirirsiniz? Satmak için geliştirirsiniz. Satılmayan bir ürünün önemi yoktur. Yani pazarlanamayan bir ürünün anlamı yoktur. Vergi de tür itibariyle bir üründür. Vergi yapısı itibarıyla mükellefe satılan bir üründür. Öyle bakarsak çok daha iyi netice alırız. Ürün dediğiniz zaman iyi tanıtılması lazım. Biraz önce burada ifade edildi, tanıtmayınca ürünü anlatamıyorsunuz. Ürünün tabi ki,  uygun rekabet koşullarında olması lazım. Böyle baktığımız zaman, “bu ürün acaba ne kadar satılıyor?” Yani Hollanda modelini Türkiye’ye getirdik. 1 yıl geçti, 2 yıl geçti, 3 yıl geçti. Bu modele dayanarak bir şirket Türkiye’ye geldi mi? Eğer gelmediyse burada bir hata aramak lazım. Tanıtım noksanlığı da olabilir, hükmün bozukluğundan da kaynaklanabilir.

 

Açıkça söyleyelim, biz Hollanda’ya göre geride bir ülkeyiz. Orada sistemler oturmuş, hizmet, servis sektörü onu destekliyor. Dolayısıyla, burada yapılan ürünün neticelerinin, sonuçlarının analiz edilmesi lazım. Ona göre de yapıların geliştirilmesi gerekiyor.

 

Artık rekabetçi anlayış, tüccar gibi davranmak dediğimiz zaman, bizim havuzu büyütmemiz gerekiyor. En güzel tarafı da aslında, küreselleşmenin olumsuz etkileri var. Küreselleşme ile beraber artık ülkelerin kendi işlerinde ‘vergimi istediğim gibi alırım’ imkanı kalmıyor. Kapalı ekonomi rejiminde bunu yapabilirsiniz. “Ben gelir vergisini buna alırım, kurumları buna alırım” diyebilirsiniz. Fakat küreselleşme ile birlikte üretim faktörleri akışkan olduğu için sermaye daha uygun koşullara doğru gidiyor. O zaman yapacağınız şey, sizin zemininizi alçaltmanızdan kaynaklanıyor. Yani zeminimizi alçaltırsak, suyu ülkeye doğru akıtırız. Ülkemize doğru suyun akması demek, havuzu büyütmek demek. Burada eğer ulusal sermayenin yurt dışına kaçmadığı gibi, uluslararası sermayeyi de Türkiye’ye çok getirebilirsek, bu portföy yatırımı olabilir, doğrudan yabancı sermaye şeklinde olabilir, ticaretin Türkiye üzerinden dolaşması da olabilir, yani bütün trafiği Türkiye’ye akıtırsanız, orada ince ince doğrayabilirseniz, üzmeden, incitmeden, tıraşlama diyeyim adını yani hafif hafif alırsanız, çok alırsınız. Bunu yapabilmek lazım. Bunu yapabilmenin de yolu, elbette ki oranların daha düşük tutulmasıyla ilgili.

 

Mükellefin vergiye olan uyumu dediğimiz zaman, sadece Türk mükellefinin vergiye uyumu diye düşünmeyelim. Yabancı bir ülkenin mükellefini de, yabancı bir ülkenin şahsını da biz kendi mükellefimiz gibi veya kendi pazarımızın bir müşterisiymiş gibi görelim. Ben onları acaba nasıl çekerim Türkiye’ye, ben onlardan nasıl az vergi alırım da Türkiye’ye getiririm, dersek Türkiye’de çok yüksek vergi alınır ve Türkiye’de ekonomi ile uyumlu bir vergi sistemi getirilir. Aksi taktirde, yüksek vergi oranlarıyla bir yere gitmek mümkün değildir. Yani bu oranı düşüreceğiz, bu zemini düşüreceğiz, bu tabanı genişleterek düşük oranda fakat daha çok işlemden daha çok vergi alacağız. Tüccar tabiriyle, sürümden kazanacağımız bir vergi sistemine Türkiye’nin geçmesi lazım. Çünkü uluslararası trendler de bunu söylüyor. Hatta ileriki dönemlerde, artık elektronik ticaretle birlikte katma değer vergisini dahi alamayacağız. Bunu bir tarafa yazmamız lazım. Çünkü buradan mal sipariş ediyorsunuz, gömlek geliyor, bunun vergisi kime gidiyor? Sonuçta bunun vergisi bizim ülkemize kalmıyor. Dolayısıyla ileriki dönemlerde, elektronik ticaretle beraber, katma değer vergisi ile de cazibe merkezi haline gelmemiz lazım. Bu mükellef uyumunu sağlamamız lazım. Bizi geçmişte, yatırım zamanında, Ataköy Marina’ya çağırdılar. “Burada yatlar var” dediler, gördük yatları. “Bunların vergisinin indirilmesini istiyoruz ama anlatamadık” dediler. Bende “yatların da vergisi iner mi?” dedim. “Asgari ücretli bu kadar insan bu kadar vergi verirken, yatların vergisi iner mi?” dedim. Fakat dinlediğiniz zaman, Türkiye’de kimse yatlardan vergi ödemiyor. Sayın Genel Müdürümüz de burada. “Yatlardan alınan vergi yüzde kaçtır” dedim. % 10’dur. Peki yat orada duruyor, neden vergi ödemiyor? Çünkü yabancı bayrak taşıyor, Türkiye’de dolaşıyor. Veyahut da Türkiye’de işletme gibi defter tutuyor. Bakınız, burada bir vergi uyum bozukluğu var. Bunu yapabilmeniz için, daha çok vergiyi nasıl alabileceğinizin hesabını yapmanız lazım. Yani mükellef, sektör-sektör uyum sağlamak lazım.

 

Değerli Adnan Nas üstadımız da bizi çok destekliyor, sağ olsun. Biz, sektör-sektör bu uyumu nasıl sağlarız, diyoruz. Maliye Bakanlığı, Osman Beyin şahsında bütün arkadaşlara teşekkür ederiz, kapılarını bizlere açtılar, iş birliği içersinde çalışıyoruz, destek veriyorlar. Ama artık tüccar gibi bir davranış içerisine girmemiz lazım, tüccarı anlamamız lazım, tüccar gibi davranmamız lazım. Daha çok vergi daha düşük oranda. Sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından, mükelleflerinden değil dünya vatandaşlarından, mükelleflerinden burada vergi alabilmenin yollarını aramamız lazım. Hollanda hakikaten bu konuda dünyaya örnek olmuş. Gelenden geçenden ufak ufak almış. Artık Hollanda’da bir çok Türk şirketi var, bunlar boşuna bu şirketleri kurmadılar. O nedenle yapılan işin, ürünün yapılma amacı, tanıtılması, sonuç alınıp alınmadığının ölçülmesi gibi, aynı bir proje bazında bir ürün gibi çalışmamız lazım, zihnimizi öyle çalıştırmamız lazım. Sonuçları ölçmemiz lazım. Teşvik veriyorsak teşvikin sonuçlarını ölçeceğiz. Bir metot getirilecek, bu metodun sonuçlarını ölçeceğiz. Ekonomideki etkileri, mükellefe olan etkilerini ölçeceğiz. Sistem doğru çalışmıyorsa göreceğiz, düzelteceğiz. O bakımdan, tanıtımların çok büyük bir önemi olduğuna inanıyorum. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.

 

Osman Arıoğlu, Gelirler Genel Müdürü / Panel Başkanı

 

Sayın Mustafa Uysal’a teşekkür ediyoruz. Hepinize katıldığınız için teşekkür ediyoruz.